5 Ocak 2012 Perşembe

"MEŞRUİYET SORUNU"

HAVADİS
2011

“Meşruiyet sorunu”


Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’da yaşanan rejim karşıtı ayaklanmaları, Havadis’e değerlendirdi:



“Meşruiyet sorunu”



Emine DAVUT YİTMEN

Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’yu etkisi alan rejim karşıtı ayaklanmaların altında yatan temel nedenin, meşruiyet sorunu olduğunu açıkladı. Yrd. Doç. Dr. Köprülü, Arap dünyasında geçirgen sınırlar bulunduğunu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgedeki ülkelerin sınırları kolonyal güçler tarafından çizildiği için bir siyasal meşruluk sorunun ortaya çıktığını ve Arabizmin bu bölgede bir kimlik politikası olarak uygulanmaya başlandığını anlattı.
Köprülü,  bu durumda devletin önemli bir kavram haline geldiğini vurgulayarak, “Devlet inşası, iktidarla özdeşleştirildi. Bir yerde devlete vurgu yapıldı. Bunu yaparken ulus inşa projesinde bazı sıkıntılar yaşandı. Iraklı, Lübnanlı kimliklerinin yaratılmasında sıkıntılar oldu. Böylece Arabizm, meşruluk krizini ortadan kaldırabilmek için bir ideolojik meşruluk zemini yarattı” diye konuştu. 1990’lardan sonra Arabizm’in güç kaybetmeye başlayınca, Orta Doğu’da yerini siyasal İslam’a bıraktığını ifade eden Köprülü, “ABD’nin hegemonyasının önündeki tehdit olan Sovyetler ortadan kalkınca, “radikal” İslam bir şekilde yeni bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. Bunu da 2001 saldırılarında net şekilde gördük. Bu saldırılardan sonra ABD küresel terörle mücadele  kampanyası başlattı. Bu da biz ve onları yarattı. Müslüman dünyası kendini ötekileştirilmiş hissetti” dedi.

“Ötekileştirme ortadan kalkmazsa, Bin Ladin’in öldürülmesi bir şey değiştirmez”
Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, dünyada bir İslam fobisi olduğuna dikkat çekerek, bunun İslam dünyasını ötekileştirme anlamı taşıdığını, bu ortadan kalkmazsa El Kaide Örgütü lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesinin bir şey değiştirmeyeceğini söyledi.
El Kaide Örgütü’nün Arap ayaklanmaları ile bir bağlantısı olup olmadığı konusunda tam bir bilgi sahibi olmadığını söyleyen Köprülü, “Şunu en azından net bir şekilde söyleyebilirim ki muhtemelen destekledikleri gruplar bulunuyor. İslam dünyasında bir algı vardır ki bütün İslamcılar aslında radikaldir diye, halbuki örneğin Mısır’daki, Ürdün’deki Müslüman Kardeşlerin içinde ılımı gruplar da var, muhafazakar grup da var. Tüm Müslüman gruplar El Kaide ile bağlantılıdır; köktencidir diye bakmamak gerekir. Tüm muhalefet de İslam değil. Laik gruplar da var, sendikaların etkisi de oldu ancak onlar medyaya pek yansımadı” dedi.


Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’da yaşanan rejim karşıtı ayaklanmaları, Havadis’e değerlendirdi:

Havadis: İlk Tunus’ta başlayan ve ardından diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde devam eden rejim karşıtı ayaklanmaların başlangıç nedeni neydi?
Cevap: Bu ayaklanmalar, ilk anda Tunus’ta sonra Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve Libya’da meydana geldi. Ekonomik nedenlerden dolayı bazı toplumsal hareketlenmeleri, Avrupa’da da gördük. Örneğin Fransa’da Emeklilik Yasası’na ilişkin hareketler oldu. Avrupa’dan farklı olarak, Arap dünyasına yaptığı etki, bir demokratikleşme dalgası şeklinde devam etti. Bunun temel nedenini de sadece dış dinamiklere bağlamanın indirgemeci bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Genelde Orta Doğu’ya bakışta bir Orta Doğu istisnacılığı vardır. Yani “bu bölgede olanlar, sadece bu bölgeye özgüdür” diye bir algı vardır. Ama biz akademisyenler böyle bir istisnacılığın kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bölgenin tabii ki kendine has birtakım dinamikleri vardır. Her ülkenin de ayrı dinamikleri vardır. O yüzden hem dışsal hem bölgesel hem de yerel öğelerle analiz edilmesi en doğru ve sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.

Havadis: Bu hareketlenme domino etkisi yaratmış gibi görünüyor. Yani Tunus’ta başlayıp arka arkaya diğerleri de etkilendi…
Cevap: Aslında ilk zamanlarda, bunun bir domino etkisini yaratacağını Orta Doğu’da çalışan herkes söylemişti. Orta Doğu’da Arap dünyasında geçirgen bir sınır olduğunu söylemek gerekiyor. Yani bir ülkede olan şeyin, bütün diğer Arap ülkelerini etkileyebilecek bir potansiyeli var. Bu ülkelerin çoğu, bağımsızlıklarını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aldılar ve bir bağımsızlık sonrası dönem yaşamaya başladılar. Bu dönemde, benzer sorunlarla karşılaştılar. Bunun bir nedeni kolonyal döneminin etkisidir. Suriye’de, Lübnan’da, Ürdün’de, Irak’ta koloni/manda dönemlerinin etkileri farklı şekillerde hissedilmiştir. Benzer sorunlar karşısında rejimler, farklı politikalar da göstermiştir. Dolaysıyla geçirgen sınır derken, sadece ana dil olarak Arapça’yı kullanmaları bu açıklama için geçerli değil. Arap normu, kuralları veya ‘Arabizmin değeri’ dediğimiz bir olgu var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede bir Arap milliyetçiliği dönemi yaşanıyor. Özellikle Mısır’daki Hür Subaylar darbesiyle birlikte, Arap kimliği, Arap ulusçuluğu zaman zaman sosyalizmle de bağdaştırılarak tüm ülkelere etki yapıyor. Örneğin Mısır’da başlayan bu Arap ulusçuluğu yavaş yavaş bütün Orta Doğu’yu etkiler hale geldi. Onların sadece iç politikalarını değil, dış politikalardaki pratikleri de dönüştürüldü. Dolaysıyla 1952’den İsrail’i tanıdığı 1979 yılına kadar bölgede bir Arabizm kimliği ve bağlığı her zaman bir baskı unsuru olmuştur. Bu noktadan hareketle de geçirgen sınırlar derken, ortak dil değil ama ortak bazı beklentiler, tercihler, bağlıklar paylaşmış olmalarını kastediyoruz. Mısır’ın bölgede “büyük ağabey” rolü var. Bu bölgelerde Arabizm bir kimlik politikası olarak uygulandı ve buna ihtiyaç da duyulmuştu. Bu soğuk savaş politikası ile de ilgili bir şeydi. Bu ülkelerin çoğunun sınırlarının dönemin kolonyal devletleri tarafından çizilmesi ve bir meşruluk sorunu vardı. Yani siz bağımsızlık mücadelesi vermeden bağımsız oluyorsunuz. Bu noktada devlet, önemli bir kavram haline geldi. Devlet inşası, iktidarla özdeşleştirildi. Bir yerde devlete vurgu yapıldı. Bunu yaparken ulus inşa projesinde bazı sıkıntılar yaşandı. Iraklı, Suriyeli ve Lübnanlı kimliklerinin yaratılmasında sıkıntılar oldu. Böylece Arabizm, meşruluk krizini ortadan kaldırabilmek için bir ideolojik meşruluk zemini yarattı.
Ancak soğuk savaşın bitmesine yakın Arabizm’de bir düşüş yaşandı. Ayrıca, bağımsızlıklarını alındıktan sonra iktidarı elinde bulunduran siyasal elitler, çoğu zaman siyasi kurumlar ve bu kurumların dayadığı biçimsel hukuki zeminle meşruiyet oluşturmaya çalıştılar; ama çoğu zaman yetersiz kaldılar

Havadis: Yani güçlerini bir şekilde hukuki zeminden almaya mı çalıştılar?
Cevap: Evet. Böyle bir durum söz konusuydu ve demokratikleşme de sıkıntılar yarattı. Rejimi ayakta tutabilmek için yeri geliyordu ordu ön planda oluyordu veya yeri geliyordu tek partili sistemle ülke yönetiliyordu. Böylece siyasal anlamda bir meşruluk krizi oluştu. Bu olaylar 2010’da başladı. O nedenle benim argümanı odur ki iç dinamikler olmadan söz konusu toplumsal hareketleri hiçbir zaman dış dinamiklerle açıklamak mümkün değil. Mısır’a baktığınıza Kiyafe (Yerter) Hareketi var. Bu hareket,2005 yılında yolsuzluklar ve seçimin yeterince dürüst ve şeffaf  olmaması nedeniyle başladı.

Havadis: O zaman, Orta Doğu’daki bu ayaklanmaların ilk sinyalleri Mısır’da 2005’te verilmeye başlandı diyebilir miyiz?
Cevap: Evet. 2005 yılında daha aşikar olmuştu. Böylece toplumlar ekonomik olarak bazı sorunlar yaşayınca meşruluk krizinin dışa vurumu ortaya çıktı diyebiliriz.

Havadis: İç dinamiklerin önemine dikkat çektiniz. Dış dinamikler açısından bakıldığında ABD’nin rolü var mı? Kamuoyunda, Orta Doğu’daki karışıklıkta her zaman ABD’nin bir etkisi olduğu yönünde bir düşünce var…
Cevap: Orta Doğu’yu, ABD’nin politikalarından hariç düşünemeyiz. Hep şu sorulur, ABD bölgede demokratikleşmeyi savundu mu diye. Soğuk savaş döneminde demokratikleşme, siyasal anlamda liberalleşme ABD’nin önceliği değildi. Örneğin bölge dinamikleri açısından Mısır’ın, Ürdün’ün istikrarı önemliydi. Burada demokratikleşmeyi savunmak, belki de o bölgede yerleşmiş ABD etkisini azaltabilirdi. O yüzden demokratikleşme hep geri plana atılmış bir politika oldu. Ama soğuk savaş sonrası dönem, yeni bir uluslararası sistem getirdi. ABD Orta Doğu’da yeni bir hegemonya inşası geliştirmeye çalıştı ve bunu üç ayak üzerinden inşa etmeye yöneldi. Birincisi, Arap-İsrail meselesine çözüm bulma, ikincisi çifte kuşatma yani artık Irak ve İran kuşatabilir ve  üçüncüsü  de siyasal liberalleşme ve ekonomik liberalleşme hareketlerini desteklemek.  1990’lardan sonra Arabizm güç kaybetmeye başlayınca, Orta Doğu’da bu boşluğun yerini siyasal İslam almaya başladı ve ABD’nin hegemonyasının önündeki tehdit olan Sovyetler ortadan kalkınca, radikal İslam bir şekilde yeni bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. Bunu da 2001 saldırılarında net şekilde gördük. Bu saldırılardan sonra ABD küresel terör ile mücadele kampanyası başlattı. Bu da biz ve onları yarattı. Müslüman dünyası kendini ötekileştirilmiş hissetti. Bölgede, ABD’nin desteklediği politikalara Arap halkının bir reaksiyonu oluşuyor. Bu noktada rejimler ve halkı ayırmak lazım. Rejimler ve halklar arasında kopukluk var. Bu nedenle bu rejimler bazen demokratikleşmeyi tercih etmez, çünkü karşısına muhalif gruplar çıkabilecek ve o rejimin bekası sarsılacak. Örneğin Ürdün’de seçimler yapılıyor. Bu ülkenin nispeten diğerlerine göre daha demokratik olduğu söylenir. Ancak, bu ülkede de sorunlar var. Krallık, Batı ile ilişkilerine zarar gelmemesi için birçok önlem alabiliyor. Demokratikleşmeyi başlattığını söylüyor,  seçimleri yapıyor ancak Seçim Yasası’nda gerekli olan bazı değişiklikleri yapmıyor; onu bir kırmızı çizgi olarak görüyor. Ülkedeki Filistin çoğunluğundan ve artan İslami ideolojiden biraz tedirgin olduğu için monarşinin tehlikeye girememesi açısından, Seçim Yasası’nda bir değişiklik yapmak istemiyor.

Havadis: Bu tedbirler diğer ülkelerde yaşananlardan sonra mı alındı?
Cevap: Daha önce aldı; ama demokratikleşmeyi kontrollü devam ettirdi.

Havadis: Ürdün’de de bir krizin sinyalleri verilmeye başlandı mı?
Cevap: Başlanmıştı ama krallık Başbakan’ı değiştirdi. Yeni bir kabine atadı. Yeni Başbakan da Ürdün’ün Türkiye’deki eski Büyükelçi’sidir. İsrail’de de Büyükelçilik yapmış asker kökenli biridir. Ürdün’de aslında rejimin politikaları sorgulandı; fakat monarşi sorgulanmadı. Ürdün diğerlerine göre göreceli olarak siyasal liberalleşme süreçlerini önceden başlatan ülkelerdendir. Burada rejime karşı da rejimi destekleyici de protestolar yapıldı. Ürdün’ün farkı şu noktada, Ürdün’de demografik çoğunluk, Filistin kökenli Ürdünlüler olup muhalefetin ana kaynağı ise İslami gruplardır; hatta Müslüman  Kardeşler’dir. Müslüman Kardeşler’in ülkede siyasi bir kanadı da vardır. Yasaklı değiller. Ürdün’ü bence diğerlerinden ayıran en önemli dinamik budur.

Havadis: Ürdün’de Müslüman Kardeşler’in siyasi hayata entegre olmasıyla radikal İslam’ın önün kesilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Cevap: Evet. Sisteme entegre etmedikçe bu rejimler için muhalifler karşısına çıkacak olan en büyük sorun, o grubun radikalleşmesi ve sistem dışına itilmesidir.

Havadis: Arap kimliğinin düşüşe geçmesiyle siyasal İslam’ın önem kazanmaya başladığını söylediniz. Peki bu noktada El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesiyle Orta Doğu’da büyük bir dönüşüm yaşanabilir mi?
Cevap: Usame Bin Ladin’in öldürülmesi, Batı açısından bakacak olursak sembolik bir zaferdir. Saldırılardan tam 10 yıl sonra öldürüldü. Bunu Obama sembolik bir zafer olarak nitelendirdi. Obama’nın “İslam’la savaşta değiliz” diye bir açıklaması vardı. Söylem bazında aslında Obama ile kendinden önceki George Bush dönemi arasında büyük farklılıklar var. Ancak benzer pratikte araçlar da kullanıyorlar. ABD Yönetimi’nin bugün bu söylemini pratiğe geçirmesi gerekiyor. Dünyada bir İslam fobisi, İslam karşıtlığı var. Bu da İslam dünyasını ötekileştirme anlamına geliyor. Eğer küresel terörle mücadele kampanyası biz ve onları veyahut Müslüman dünyasının ötekileştirilmesini ters yüz edemiyorsa Bin Ladin de öldürülse Bin Ladinler de öldürülse bir şey fark etmeyecek. Bin Ladin’in öldürülmesi bugün konuşulabilen bir şey, fakat gelecek yıl biz halen daha bu ötekileştirme sorunundan bahsedeceksek bu, her zaman birilerinin bir savaş içerisinde olmasının yolunu açacak. Dolaysıyla Bin Ladin’in ortadan kalkması, bu hareketi ortadan çıkaran yapının ve koşulların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.

Soru: El Kaide, “Arap Baharı” diye nitelendirilen bu ayaklanmaların tam olarak neresinde bulunuyor?
Cevap: Açıkçası bir bağ var mıdır yok mudur benim de fazla bilgim dahilinde değil. Ancak ben şunu en azından net bir şekilde söyleyebilirim ki muhtemelen destekledikleri gruplar bulunuyor. İslam dünyasında bir algı vardır ki bütün İslamcılar aslında radikaldir diye, halbuki örneğin Mısır’daki, Ürdün’deki Müslüman Kardeşler’in içinde ılımlı grup da var, muhafazakar grup da var. Mısır’da şunu gördük ki Müslüman Kardeşler Hareketi ilk zamanda ortaya çıkan muhalefet liderine destek vermişti. Bu da gösteriyor ki Mısır’da Müslüman Kardeşler’in radikal olabileceği medya tarafından biraz abartılmış. Tüm Müslüman gruplar El Kaide ile bağlantılıdır; köktencidir diye bakmamak gerekir. Tüm muhalefet de İslam değil. Laik gruplar da var, liberaller de var, sendikaların etkisi de oldu ancak onlar pek medyaya yansımadı.

Havadis: Orta Doğu’daki olaylara bir de Kıbrıs üzerinden bakacak olursak, Rum Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu, Dışişleri Bakanlarını toplayarak bölgede yaşanan gelişmelere ilgili bir gayriresmi toplantı düzenledi. Bu, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin bölgede arabulucu rolü üstleneceği yönünde bir algılamaya yol açtı. Sizce Kıbrıs Cumhuriyeti’nin böyle bir şeyi üstlenme potansiyeli var mı?
Cevap: Dıştan baktığımızda şunu söyleyebilirim: Kıbrıs Cumhuriyeti özellikle Makarios döneminde Arap dünyası ile yakın ilişki içerisinde idi. Böyle bir tarihsel bağları var. Mısır’ın buradaki İngiltere’ye karşı mücadelede destek verdiğini biliyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de Filistin meselesine destek verdiğini biliyoruz. Öte yandan, Kıbrıs Cumuriyeti’nin AB üyesi olduğunu utmamak lazım. AB, Orta Doğu dörtlüsünün bir üyesidir. Orta Doğu dörtlüsü Rusya Federasyonu, ABD, AB ve BM’den oluşuyor. Böylesine bir şey, dış politikada önemli bir adımdır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bunu zor gerçekleştireceğini düşünüyorum. Orta Doğu barış süreci ile ilgili olarak BM’nin aldığı kararlar var. BM parametrelerini, BM çok daha iyi yapabilir.

Havadis: Türkiye, Avrupa ülkelerinde ılımlı İslam modeli olarak görülüyor. Sizce Türkiye bu demokratikleşme sürecinde büyük ağabey rolünü oynamak ister mi?
Cevap: Türkiye’nin böyle bir pozisyon elde etme durumu var. Ancak Türkiye’nin bölgesel aktör olmasını, Türkiye’nin kendi içinde demokratikleşme süreci ile Orta Doğu’daki demokratikleşme sürecine bir yansıması olarak görmek lazım. Aslında buna imkan da var. Bir yerde Kıbrıs Cumhuriyeti bunu görmüş durumdadır ve bunu dengeleme ihtiyacı hissedebilir. Ama Orta Doğu barış sürecinde Türkiye rol alır mı, bu biraz da İsrail’e bağlı. Ancak demokratikleşme noktasında yapılan açıklamalarda böyle bir niyeti olduğunu görebiliyoruz. Yani ekonomik olarak güçlenen Türkiye, bunu aynı zamanda siyasal bir potansiyele dönüştürme ihtiyacı içersindendir. Ancak Arap dünyasında Türkiye’yi model alma gibi bir durum söz konusu değildir. Tartışmalara baktığımız zaman Batı medyasının Arap dünyasına “böyle bir modeli örnek alın” yönünde telkini vardır ama benim görüştüğüm Mısırlı arkadaşlarım, “Bizim kendi medeniyetimiz, kendi birikmiş kültürümüz var, biz Mısır demokrasisi yaratmalıyız” diyorlar. ABD, Türkiye güzel bir örnek teşkil eder diye bunu destekliyor. Ancak onların akıllarında tercihleri ve istekleri daha farklı bir demokratik model olabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder