5 Ocak 2012 Perşembe

"MEŞRUİYET SORUNU"

HAVADİS
2011

“Meşruiyet sorunu”


Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’da yaşanan rejim karşıtı ayaklanmaları, Havadis’e değerlendirdi:



“Meşruiyet sorunu”



Emine DAVUT YİTMEN

Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’yu etkisi alan rejim karşıtı ayaklanmaların altında yatan temel nedenin, meşruiyet sorunu olduğunu açıkladı. Yrd. Doç. Dr. Köprülü, Arap dünyasında geçirgen sınırlar bulunduğunu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu bölgedeki ülkelerin sınırları kolonyal güçler tarafından çizildiği için bir siyasal meşruluk sorunun ortaya çıktığını ve Arabizmin bu bölgede bir kimlik politikası olarak uygulanmaya başlandığını anlattı.
Köprülü,  bu durumda devletin önemli bir kavram haline geldiğini vurgulayarak, “Devlet inşası, iktidarla özdeşleştirildi. Bir yerde devlete vurgu yapıldı. Bunu yaparken ulus inşa projesinde bazı sıkıntılar yaşandı. Iraklı, Lübnanlı kimliklerinin yaratılmasında sıkıntılar oldu. Böylece Arabizm, meşruluk krizini ortadan kaldırabilmek için bir ideolojik meşruluk zemini yarattı” diye konuştu. 1990’lardan sonra Arabizm’in güç kaybetmeye başlayınca, Orta Doğu’da yerini siyasal İslam’a bıraktığını ifade eden Köprülü, “ABD’nin hegemonyasının önündeki tehdit olan Sovyetler ortadan kalkınca, “radikal” İslam bir şekilde yeni bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. Bunu da 2001 saldırılarında net şekilde gördük. Bu saldırılardan sonra ABD küresel terörle mücadele  kampanyası başlattı. Bu da biz ve onları yarattı. Müslüman dünyası kendini ötekileştirilmiş hissetti” dedi.

“Ötekileştirme ortadan kalkmazsa, Bin Ladin’in öldürülmesi bir şey değiştirmez”
Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, dünyada bir İslam fobisi olduğuna dikkat çekerek, bunun İslam dünyasını ötekileştirme anlamı taşıdığını, bu ortadan kalkmazsa El Kaide Örgütü lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesinin bir şey değiştirmeyeceğini söyledi.
El Kaide Örgütü’nün Arap ayaklanmaları ile bir bağlantısı olup olmadığı konusunda tam bir bilgi sahibi olmadığını söyleyen Köprülü, “Şunu en azından net bir şekilde söyleyebilirim ki muhtemelen destekledikleri gruplar bulunuyor. İslam dünyasında bir algı vardır ki bütün İslamcılar aslında radikaldir diye, halbuki örneğin Mısır’daki, Ürdün’deki Müslüman Kardeşlerin içinde ılımı gruplar da var, muhafazakar grup da var. Tüm Müslüman gruplar El Kaide ile bağlantılıdır; köktencidir diye bakmamak gerekir. Tüm muhalefet de İslam değil. Laik gruplar da var, sendikaların etkisi de oldu ancak onlar medyaya pek yansımadı” dedi.


Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nur Köprülü, Orta Doğu’da yaşanan rejim karşıtı ayaklanmaları, Havadis’e değerlendirdi:

Havadis: İlk Tunus’ta başlayan ve ardından diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde devam eden rejim karşıtı ayaklanmaların başlangıç nedeni neydi?
Cevap: Bu ayaklanmalar, ilk anda Tunus’ta sonra Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve Libya’da meydana geldi. Ekonomik nedenlerden dolayı bazı toplumsal hareketlenmeleri, Avrupa’da da gördük. Örneğin Fransa’da Emeklilik Yasası’na ilişkin hareketler oldu. Avrupa’dan farklı olarak, Arap dünyasına yaptığı etki, bir demokratikleşme dalgası şeklinde devam etti. Bunun temel nedenini de sadece dış dinamiklere bağlamanın indirgemeci bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Genelde Orta Doğu’ya bakışta bir Orta Doğu istisnacılığı vardır. Yani “bu bölgede olanlar, sadece bu bölgeye özgüdür” diye bir algı vardır. Ama biz akademisyenler böyle bir istisnacılığın kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bölgenin tabii ki kendine has birtakım dinamikleri vardır. Her ülkenin de ayrı dinamikleri vardır. O yüzden hem dışsal hem bölgesel hem de yerel öğelerle analiz edilmesi en doğru ve sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.

Havadis: Bu hareketlenme domino etkisi yaratmış gibi görünüyor. Yani Tunus’ta başlayıp arka arkaya diğerleri de etkilendi…
Cevap: Aslında ilk zamanlarda, bunun bir domino etkisini yaratacağını Orta Doğu’da çalışan herkes söylemişti. Orta Doğu’da Arap dünyasında geçirgen bir sınır olduğunu söylemek gerekiyor. Yani bir ülkede olan şeyin, bütün diğer Arap ülkelerini etkileyebilecek bir potansiyeli var. Bu ülkelerin çoğu, bağımsızlıklarını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aldılar ve bir bağımsızlık sonrası dönem yaşamaya başladılar. Bu dönemde, benzer sorunlarla karşılaştılar. Bunun bir nedeni kolonyal döneminin etkisidir. Suriye’de, Lübnan’da, Ürdün’de, Irak’ta koloni/manda dönemlerinin etkileri farklı şekillerde hissedilmiştir. Benzer sorunlar karşısında rejimler, farklı politikalar da göstermiştir. Dolaysıyla geçirgen sınır derken, sadece ana dil olarak Arapça’yı kullanmaları bu açıklama için geçerli değil. Arap normu, kuralları veya ‘Arabizmin değeri’ dediğimiz bir olgu var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede bir Arap milliyetçiliği dönemi yaşanıyor. Özellikle Mısır’daki Hür Subaylar darbesiyle birlikte, Arap kimliği, Arap ulusçuluğu zaman zaman sosyalizmle de bağdaştırılarak tüm ülkelere etki yapıyor. Örneğin Mısır’da başlayan bu Arap ulusçuluğu yavaş yavaş bütün Orta Doğu’yu etkiler hale geldi. Onların sadece iç politikalarını değil, dış politikalardaki pratikleri de dönüştürüldü. Dolaysıyla 1952’den İsrail’i tanıdığı 1979 yılına kadar bölgede bir Arabizm kimliği ve bağlığı her zaman bir baskı unsuru olmuştur. Bu noktadan hareketle de geçirgen sınırlar derken, ortak dil değil ama ortak bazı beklentiler, tercihler, bağlıklar paylaşmış olmalarını kastediyoruz. Mısır’ın bölgede “büyük ağabey” rolü var. Bu bölgelerde Arabizm bir kimlik politikası olarak uygulandı ve buna ihtiyaç da duyulmuştu. Bu soğuk savaş politikası ile de ilgili bir şeydi. Bu ülkelerin çoğunun sınırlarının dönemin kolonyal devletleri tarafından çizilmesi ve bir meşruluk sorunu vardı. Yani siz bağımsızlık mücadelesi vermeden bağımsız oluyorsunuz. Bu noktada devlet, önemli bir kavram haline geldi. Devlet inşası, iktidarla özdeşleştirildi. Bir yerde devlete vurgu yapıldı. Bunu yaparken ulus inşa projesinde bazı sıkıntılar yaşandı. Iraklı, Suriyeli ve Lübnanlı kimliklerinin yaratılmasında sıkıntılar oldu. Böylece Arabizm, meşruluk krizini ortadan kaldırabilmek için bir ideolojik meşruluk zemini yarattı.
Ancak soğuk savaşın bitmesine yakın Arabizm’de bir düşüş yaşandı. Ayrıca, bağımsızlıklarını alındıktan sonra iktidarı elinde bulunduran siyasal elitler, çoğu zaman siyasi kurumlar ve bu kurumların dayadığı biçimsel hukuki zeminle meşruiyet oluşturmaya çalıştılar; ama çoğu zaman yetersiz kaldılar

Havadis: Yani güçlerini bir şekilde hukuki zeminden almaya mı çalıştılar?
Cevap: Evet. Böyle bir durum söz konusuydu ve demokratikleşme de sıkıntılar yarattı. Rejimi ayakta tutabilmek için yeri geliyordu ordu ön planda oluyordu veya yeri geliyordu tek partili sistemle ülke yönetiliyordu. Böylece siyasal anlamda bir meşruluk krizi oluştu. Bu olaylar 2010’da başladı. O nedenle benim argümanı odur ki iç dinamikler olmadan söz konusu toplumsal hareketleri hiçbir zaman dış dinamiklerle açıklamak mümkün değil. Mısır’a baktığınıza Kiyafe (Yerter) Hareketi var. Bu hareket,2005 yılında yolsuzluklar ve seçimin yeterince dürüst ve şeffaf  olmaması nedeniyle başladı.

Havadis: O zaman, Orta Doğu’daki bu ayaklanmaların ilk sinyalleri Mısır’da 2005’te verilmeye başlandı diyebilir miyiz?
Cevap: Evet. 2005 yılında daha aşikar olmuştu. Böylece toplumlar ekonomik olarak bazı sorunlar yaşayınca meşruluk krizinin dışa vurumu ortaya çıktı diyebiliriz.

Havadis: İç dinamiklerin önemine dikkat çektiniz. Dış dinamikler açısından bakıldığında ABD’nin rolü var mı? Kamuoyunda, Orta Doğu’daki karışıklıkta her zaman ABD’nin bir etkisi olduğu yönünde bir düşünce var…
Cevap: Orta Doğu’yu, ABD’nin politikalarından hariç düşünemeyiz. Hep şu sorulur, ABD bölgede demokratikleşmeyi savundu mu diye. Soğuk savaş döneminde demokratikleşme, siyasal anlamda liberalleşme ABD’nin önceliği değildi. Örneğin bölge dinamikleri açısından Mısır’ın, Ürdün’ün istikrarı önemliydi. Burada demokratikleşmeyi savunmak, belki de o bölgede yerleşmiş ABD etkisini azaltabilirdi. O yüzden demokratikleşme hep geri plana atılmış bir politika oldu. Ama soğuk savaş sonrası dönem, yeni bir uluslararası sistem getirdi. ABD Orta Doğu’da yeni bir hegemonya inşası geliştirmeye çalıştı ve bunu üç ayak üzerinden inşa etmeye yöneldi. Birincisi, Arap-İsrail meselesine çözüm bulma, ikincisi çifte kuşatma yani artık Irak ve İran kuşatabilir ve  üçüncüsü  de siyasal liberalleşme ve ekonomik liberalleşme hareketlerini desteklemek.  1990’lardan sonra Arabizm güç kaybetmeye başlayınca, Orta Doğu’da bu boşluğun yerini siyasal İslam almaya başladı ve ABD’nin hegemonyasının önündeki tehdit olan Sovyetler ortadan kalkınca, radikal İslam bir şekilde yeni bir tehdit olarak algılanmaya başlandı. Bunu da 2001 saldırılarında net şekilde gördük. Bu saldırılardan sonra ABD küresel terör ile mücadele kampanyası başlattı. Bu da biz ve onları yarattı. Müslüman dünyası kendini ötekileştirilmiş hissetti. Bölgede, ABD’nin desteklediği politikalara Arap halkının bir reaksiyonu oluşuyor. Bu noktada rejimler ve halkı ayırmak lazım. Rejimler ve halklar arasında kopukluk var. Bu nedenle bu rejimler bazen demokratikleşmeyi tercih etmez, çünkü karşısına muhalif gruplar çıkabilecek ve o rejimin bekası sarsılacak. Örneğin Ürdün’de seçimler yapılıyor. Bu ülkenin nispeten diğerlerine göre daha demokratik olduğu söylenir. Ancak, bu ülkede de sorunlar var. Krallık, Batı ile ilişkilerine zarar gelmemesi için birçok önlem alabiliyor. Demokratikleşmeyi başlattığını söylüyor,  seçimleri yapıyor ancak Seçim Yasası’nda gerekli olan bazı değişiklikleri yapmıyor; onu bir kırmızı çizgi olarak görüyor. Ülkedeki Filistin çoğunluğundan ve artan İslami ideolojiden biraz tedirgin olduğu için monarşinin tehlikeye girememesi açısından, Seçim Yasası’nda bir değişiklik yapmak istemiyor.

Havadis: Bu tedbirler diğer ülkelerde yaşananlardan sonra mı alındı?
Cevap: Daha önce aldı; ama demokratikleşmeyi kontrollü devam ettirdi.

Havadis: Ürdün’de de bir krizin sinyalleri verilmeye başlandı mı?
Cevap: Başlanmıştı ama krallık Başbakan’ı değiştirdi. Yeni bir kabine atadı. Yeni Başbakan da Ürdün’ün Türkiye’deki eski Büyükelçi’sidir. İsrail’de de Büyükelçilik yapmış asker kökenli biridir. Ürdün’de aslında rejimin politikaları sorgulandı; fakat monarşi sorgulanmadı. Ürdün diğerlerine göre göreceli olarak siyasal liberalleşme süreçlerini önceden başlatan ülkelerdendir. Burada rejime karşı da rejimi destekleyici de protestolar yapıldı. Ürdün’ün farkı şu noktada, Ürdün’de demografik çoğunluk, Filistin kökenli Ürdünlüler olup muhalefetin ana kaynağı ise İslami gruplardır; hatta Müslüman  Kardeşler’dir. Müslüman Kardeşler’in ülkede siyasi bir kanadı da vardır. Yasaklı değiller. Ürdün’ü bence diğerlerinden ayıran en önemli dinamik budur.

Havadis: Ürdün’de Müslüman Kardeşler’in siyasi hayata entegre olmasıyla radikal İslam’ın önün kesilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Cevap: Evet. Sisteme entegre etmedikçe bu rejimler için muhalifler karşısına çıkacak olan en büyük sorun, o grubun radikalleşmesi ve sistem dışına itilmesidir.

Havadis: Arap kimliğinin düşüşe geçmesiyle siyasal İslam’ın önem kazanmaya başladığını söylediniz. Peki bu noktada El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesiyle Orta Doğu’da büyük bir dönüşüm yaşanabilir mi?
Cevap: Usame Bin Ladin’in öldürülmesi, Batı açısından bakacak olursak sembolik bir zaferdir. Saldırılardan tam 10 yıl sonra öldürüldü. Bunu Obama sembolik bir zafer olarak nitelendirdi. Obama’nın “İslam’la savaşta değiliz” diye bir açıklaması vardı. Söylem bazında aslında Obama ile kendinden önceki George Bush dönemi arasında büyük farklılıklar var. Ancak benzer pratikte araçlar da kullanıyorlar. ABD Yönetimi’nin bugün bu söylemini pratiğe geçirmesi gerekiyor. Dünyada bir İslam fobisi, İslam karşıtlığı var. Bu da İslam dünyasını ötekileştirme anlamına geliyor. Eğer küresel terörle mücadele kampanyası biz ve onları veyahut Müslüman dünyasının ötekileştirilmesini ters yüz edemiyorsa Bin Ladin de öldürülse Bin Ladinler de öldürülse bir şey fark etmeyecek. Bin Ladin’in öldürülmesi bugün konuşulabilen bir şey, fakat gelecek yıl biz halen daha bu ötekileştirme sorunundan bahsedeceksek bu, her zaman birilerinin bir savaş içerisinde olmasının yolunu açacak. Dolaysıyla Bin Ladin’in ortadan kalkması, bu hareketi ortadan çıkaran yapının ve koşulların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.

Soru: El Kaide, “Arap Baharı” diye nitelendirilen bu ayaklanmaların tam olarak neresinde bulunuyor?
Cevap: Açıkçası bir bağ var mıdır yok mudur benim de fazla bilgim dahilinde değil. Ancak ben şunu en azından net bir şekilde söyleyebilirim ki muhtemelen destekledikleri gruplar bulunuyor. İslam dünyasında bir algı vardır ki bütün İslamcılar aslında radikaldir diye, halbuki örneğin Mısır’daki, Ürdün’deki Müslüman Kardeşler’in içinde ılımlı grup da var, muhafazakar grup da var. Mısır’da şunu gördük ki Müslüman Kardeşler Hareketi ilk zamanda ortaya çıkan muhalefet liderine destek vermişti. Bu da gösteriyor ki Mısır’da Müslüman Kardeşler’in radikal olabileceği medya tarafından biraz abartılmış. Tüm Müslüman gruplar El Kaide ile bağlantılıdır; köktencidir diye bakmamak gerekir. Tüm muhalefet de İslam değil. Laik gruplar da var, liberaller de var, sendikaların etkisi de oldu ancak onlar pek medyaya yansımadı.

Havadis: Orta Doğu’daki olaylara bir de Kıbrıs üzerinden bakacak olursak, Rum Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu, Dışişleri Bakanlarını toplayarak bölgede yaşanan gelişmelere ilgili bir gayriresmi toplantı düzenledi. Bu, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin bölgede arabulucu rolü üstleneceği yönünde bir algılamaya yol açtı. Sizce Kıbrıs Cumhuriyeti’nin böyle bir şeyi üstlenme potansiyeli var mı?
Cevap: Dıştan baktığımızda şunu söyleyebilirim: Kıbrıs Cumhuriyeti özellikle Makarios döneminde Arap dünyası ile yakın ilişki içerisinde idi. Böyle bir tarihsel bağları var. Mısır’ın buradaki İngiltere’ye karşı mücadelede destek verdiğini biliyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de Filistin meselesine destek verdiğini biliyoruz. Öte yandan, Kıbrıs Cumuriyeti’nin AB üyesi olduğunu utmamak lazım. AB, Orta Doğu dörtlüsünün bir üyesidir. Orta Doğu dörtlüsü Rusya Federasyonu, ABD, AB ve BM’den oluşuyor. Böylesine bir şey, dış politikada önemli bir adımdır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bunu zor gerçekleştireceğini düşünüyorum. Orta Doğu barış süreci ile ilgili olarak BM’nin aldığı kararlar var. BM parametrelerini, BM çok daha iyi yapabilir.

Havadis: Türkiye, Avrupa ülkelerinde ılımlı İslam modeli olarak görülüyor. Sizce Türkiye bu demokratikleşme sürecinde büyük ağabey rolünü oynamak ister mi?
Cevap: Türkiye’nin böyle bir pozisyon elde etme durumu var. Ancak Türkiye’nin bölgesel aktör olmasını, Türkiye’nin kendi içinde demokratikleşme süreci ile Orta Doğu’daki demokratikleşme sürecine bir yansıması olarak görmek lazım. Aslında buna imkan da var. Bir yerde Kıbrıs Cumhuriyeti bunu görmüş durumdadır ve bunu dengeleme ihtiyacı hissedebilir. Ama Orta Doğu barış sürecinde Türkiye rol alır mı, bu biraz da İsrail’e bağlı. Ancak demokratikleşme noktasında yapılan açıklamalarda böyle bir niyeti olduğunu görebiliyoruz. Yani ekonomik olarak güçlenen Türkiye, bunu aynı zamanda siyasal bir potansiyele dönüştürme ihtiyacı içersindendir. Ancak Arap dünyasında Türkiye’yi model alma gibi bir durum söz konusu değildir. Tartışmalara baktığımız zaman Batı medyasının Arap dünyasına “böyle bir modeli örnek alın” yönünde telkini vardır ama benim görüştüğüm Mısırlı arkadaşlarım, “Bizim kendi medeniyetimiz, kendi birikmiş kültürümüz var, biz Mısır demokrasisi yaratmalıyız” diyorlar. ABD, Türkiye güzel bir örnek teşkil eder diye bunu destekliyor. Ancak onların akıllarında tercihleri ve istekleri daha farklı bir demokratik model olabilir.

"AB İKTİSADİ VE SİYASİ KRİZİN EŞİĞİNDE"

Lefke Avrupa Üniversitesi (LAÜ) Öğretim Üyesi Yrd. Doç.  Dr. Umut Arık, Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizi ve etkilerini Havadis’e değerlendirdi:

“AB iktisadi ve siyasi krizin eşiğinde”


Emine DAVUT YİTMEN
   Yunanistan’ın tetiklediği ekonomik krizle ilgili Avrupa Merkez Bankası ile IMF arasında görüşmeler yapıldığı, ancak Avrupa Birliği (AB) içinde büyük iktisadi kriz ve neticesinde siyasi krizin kapıda olduğu öğrenildi.
   Lefke Avrupa Üniversitesi (LAÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.  Dr. Umut Arık, Yunanistan’ın 341 milyar Euro’luk borcu bulunduğunu, bununla birlikte bankalara 270 milyar Euro’luk borucu  göz önünde tutulduğunda, sözkonusu rakamın 600 milyar Euro’ya ulaştığını belirtti.
   Yrd. Doç. Dr. Arık, Yunanistan’ın bu meblağı ödeyebilmek için bütçede büyük kısıntılara gidilmesi, devletin kaynak satışında bulunması, Ege adaları dahil, ve uluslararası para piyasalarında Yunan tahvillerini elinde tutan mevcudiyetlerle müzakerelere girişilip tahvillerin bozdurulması gibi bir duruma gidilmemesini sağlamak gerektiğini belirtti. yrd.    
   Doç. Dr. Arık, tüm bunların  teknik olarak kolayca söylenebildiğini ancak uygulanmasının çok zor olduğuna dikkat çekti.
Yrd. Doç. Dr. Umut Arık, Yunanistan’ın içinde bulunduğu borç batağından çıkış yolları ve bunun siyasi duruma etkisiyle ilgili Havadis’in sorularını yanıtladı.

Havadis: Yunanistan’da bir süreden beridir ekonomik kriz baş gösteriyor. Bu kriz nasıl patlak verdi? Siyasi olarak altta yatan nedenler var mı?
 Arık: Yunanistan’ın büyük sıkıntısı daha 1980’li yıllarda AB’ye girişiyle başlar. Fransa’nın o dönemki cumhurbaşkanı, Yunanistan’da Karamanlis’in iktidarı alması için gayret etti. Karamanlis’e ‘Yunanistan’a demokrasiyi getirirsen, seni AB’ye alırız’ diye söz verdi. Böylece Fransa’nın şahsi gayretleriyle Yunanistan AB’ye alındı. Yunanistan AB’ye alınırken ne ekonomisi ne de politik yapısı AB şartlarına uyumluydu. Kopenhag ve Maastricht kriterleri Yunanistan için uygulanmadı. Yunanistan AB’ye girdikten sonra ortak tarım fonlarından, bölgesel kalkınma fonlarından ve dayanışma destek fonlarından büyük ölçüde imkanlar sağladı. Bu imkanların sağlanması ile ekonomi bir ölçüde kendi kendini götürebilir hale geldi. Ancak politik uyumun sağlanamadığını Yunanistan’da, ekonominin yönetiminde de yanlış politikalar uygulandı. Diğer bir deyimle Yunan ekonomisini, Yunan iç politikasında seçim kazanma ihtiyacıyla düzenlenmiş popülist platformular organize etti ve bozdu. Yunanistan’ın kamu borçlanması, bankların kredi alışlarıyla ilgili yaklaşımları istikrar paktına uygun olmadı. Yunan bankalarının, Avrupa para sistemi içinden özellikle Alman ve Fransız bankalarından karşılıkları yeterli olmadan kredi kaynağı bulması gibi bir durum oldu. Yunan bankalar sistemi bu kredileri alırken, devlete de büyük ölçüde kredi kaydırmaları yaptı. Yunanistan devleti, açık finansman yolu ile özellikle kamu cari harcamalarını götürdü. Şu anda Yunanistan’ın 341 milyarlık Euro açığı bulunuyor.

Havadis: Bu açığa niye önceden müdahale edilmedi?
Arık: Yunanistan’da maalesef büyük bir devletin yönetimine yakışmayan gariplikler oldu. Örneğin çevre sorunlarıyla ilgili fonların alınabilmesi için çok orman olduğunun görünmesi lazım. Kartondan ormanlar yapıp helikopterle film çekilirken, bir yerden bir yere karton orman taşımaya varıncaya kadar komiklikler ve doğru olmayan işler yapıldı. Yunan bankalarının Avrupa bankalarından (Alman ve Fransız) aldığı kredilere istinaden ikinci iskontolar, üçüncü, dördüncü, beşinci iskontolar yapıldı. Yani bir paradan 5-6 para daha çıkarılıp kredi balonları şişirildi. Yunan bankalarının aldıkları bu kredileri ödeyebilecekleri sermaye de yok. Aynı şekilde kredi aldığı bankaların da Yunanistan’ın borucunu ödeyemez hale gelmesi, yeniden borç yapılandırma sistemi içine düşmesi durumunda İtalyan, Alman ve Fransız bankalarının da yeniden yapılandırmanın ortaya çıkaracağı finans ihtiyacını karşılayacak sermaye güçleri yok. Hatta Avrupa Merkez Bankası’nın da bu şekilde bir gücü yok. Yunanistan 341 milyar Euro’luk bir yükle karşı karşıya. Bunu yeniden yapılandırma durumuna girerse Avrupa Merkez Bankası’nın dahi yeniden yapılandırılması ve sermaye artışına gitmesi gerekecek. Bu sermaye artışının sağlanabilmesi için de Almanya’da, Fransa’da büyük kemer sıkma tedbirlerinin, bütçe daraltma tedbirlerinin alınması gerekecek. Bu ise bir Avrupa krizine yol açacak

Havadis: O nedenle mi Drahmi’ye dönülmesi yönünde talepler var?
Arık: Bunu iki şekilde izah ediyorlar. Birinde, Avrupa Komisyonunda Yunanlı Çevre Komiseri’ne Papandreu mahsustan söyletti diyorlar. Papandreu bunu söyleterek Yunan halkına ‘bakın bizim başımıza neler gelecek onun için kemer sıkma tedbirlerini muhakkak almak mecburiyetindeyim, bana kalkıp da grev, gösteri yapmayın’ anlamında bunu söyletti diye izah ediyorlar. İkinci izah tarzı da Yunanistan bugün Drahmi’ye geçerse Yunan ekonomisinin 341 milyar Euro’luk açığı kapatabilme gücünde büyük bir azalma olacak. Euro sistemi içindeki bir Yunanistan’ın Avrupa Merkez Bankası’ndan ve Avrupa bankalar sisteminden sağlayabileceği yararlar, Drahmi’ye dayalı bir Yunan ekonomisinin sağlayacağı yararlara nazaran çok daha üstün.

Havadis: Büyük bir darboğazdalar. Protestolar yapılıyor; hatta Yunan hükümetinin gitmesi sözkonusu. Bu borcu nasıl ödeyecekler?
Arık: Teknik olarak baktığınız zaman 341 milyar Euro’luk borç, Yunanistan’ın tüm borcu. Bununla birlikte 270 milyar da banka borçları var. Yani diğer bir deyimle 600 milyar Euro’ya yaklaşmış bir borç bulunuyor. Bunu Yunanistan’ın ödeyebilmesi için teknik olarak yapılması gereken şeyleri şöyle sıralayabiliriz. Bütçede büyük kısıntılara gidilmesi, devletin kaynak satışında bulunması (Ege adaları dahil) ve uluslararası para piyasalarında Yunan tahvillerini elinde tutan mevcudiyetlerle müzakerelere girişilip tahvillerin bozdurulması gibi bir duruma gidilmemesini sağlamak gerekiyor. Teknik olarak kolayca söylenebiliyor, ama fiilen yapılması çok zor. Sigortalarda, emeklilik fonlarında, merkez bankalarında 175 milyar Euro var. 100 milyar Euro da İngiltere,Fransa ve İtalya bankalarında bulunuyor. Bu 270 milyar Euro’yu bir yerde şu veya bu biçimde yeniden bir kredilendirme meselesi ortaya çıkınca bankalar kimin elinde ne kadar Yunan tahvili var bilmedikleri için birbirlerine bankalararası kredi verme durumundan mahrum kalacaklar. Bu da Yunanistan’ın kredi geçerliliğini sıfırlaması demektir. AB’nin Ekonomiden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, tahvillerin muhakkak yenilenmesi gerektiğini, bütçe kısıtlamaları ve varlık satışlarının olması gerektiğini söyledi

Havadis: Varlık satışlarının içinde az önce Ege adalarından da sözettiniz. Bunların satışının siyasi etkileri ne olur?
Arık: Yunan ekonomisi bir sanayi ekonomisi değil. Yunan ekonomisi, turizm ve deniz taşımacılığına bağlı bir ekonomi. Deniz taşımacılığının da büyük bir kısmı Yunanistan dışında. Yunanistan’ın elinde satabileceği turistik tesislerden başka şey yok. Adaların üzerindeki tesisler, oteller satışa çıkarılacak ve bir miktar para elde edilebilecek. Bütçe kısıtlamaları ve tahvil yenilemeleriyle  IMF’in hesabına göre bir  15 milyar Euro’luk bir teminat elde edilebilir ama bu çöle düşen bir damla gibi hemen kaybolabilecek bir durumda. Bu nedenle Avrupa Merkez Bankası Başkanı, Avrupa’da Yunanistan’ın tetiklediği krizle ilgili olarak bir Avrupa Maliye Bakanlığı kurulmasını önerdi. Bu AB sistemini tamamen kökten değiştirebilecek bir şey. Şu anda Avrupa Merkez Bankası ile IMF arasında önemli görüşmeler var. Portekiz ve İrlanda’nın da vaziyetleri sıkıntılı. Yeni Doğu Avrupa üye ülkelerinin; güney Kıbrıs’ın  durumu da sıkıntılı. Bu durumda AB’de büyük bir iktisadi krizin ve bunu neticesinde büyük bir siyasi krizin çıkacağı muhakkak. Viyana Planı uygulansın deniyor. Yani Alman, Fransız gibi bankalar kendi aralarında karar versinler ve ‘bu borcu acilen istemiyoruz, zamana yayalım densin’ diyorlar. Bu tehlikeli çünkü bu bankalar, ne kadar Yunan tahvili var birbirlerine söylemiyorlar; çünkü bu ortaya çıkarsa bankaların kendi piyasalarında kendi değerleri düşecek. Benim gördüğüm kadarıyla Yunanistan’da yakın bir tarihte erken seçime gitmek dahi gerekebilir.

Havadis:Sizce siyasi anlamda seçime mi gidilecek yoksa kimi çevrelerin öngördüğü bir darbe ihtimali ufukta görünüyor mu?
Arık: Yunanistan ordusunun böyle bir şeyi yapması sözkonusu olursa şunu düşünmeleri lazım. Böyle bir darbe olursa ortaya çıkacak olan durum, iktisadi sıkıntının o darbeyi yapanların sırtına yüklenmesi olacağını görmesi lazım. Kanımca onun için çekinirler. İç politikada kolay uyuşma olmaz ama büyük bir kriz halinde belki büyük bir Yunan hükümetinin kurulabilmesi için iktidar ve muhalefet bu krizli durumu atlatabilecek bir ekonomik ve politik program üzerinde uyuşup, bir ortak hükümet, bir kriz hükümeti kurabilirler. İkinci yaklaşım erken seçim olabilir. Eğer Almanlar, Fransızlar uyuşur ve 100 -150 milyar  Euro’luk bir paketi daha Yunanistan’a verebilirlerse ve  Papandreu sıkı tedbirleri halka kabul ettirebilirse bu siyaset böyle devam eder.

Havadis: Papanderu hükümetinin devamını Almanya ve Fransa gerçekten istiyor mu? Papandreu hükümetinden AB içindeki ülkeler memnun mu?
Arık: AB ile ilgili konuda Yunanistan’ın zor bir ortak olduğu muhakkak. Ama kanımca Almanya’nın ve Fransa’nın asıl derdi Papanderu değil, Avrupa’nın ekonomik ve sonuçta siysal bir krize düşmemesi. O nedenle Papandreu omuş veya başkası olmuş, aslında bunları doğru yola itmek istiyorlar. O doğru yol da ekonomik denge ve istikrar politikalarını Yunan hükümetinin Yunan halkına anlatıp gerçekçi bir biçimde uygulaması. Bunu sağlamak istiyorlar.

Havadis: Papandreu hükümeti bunda başarılı olabilir mi? Özelleştirme yönündeki politikalara karşı Yunan halkında ciddi bir direniş var…
Arık: Gördüğüm kadarıyla Papandreu bu işi yapmak için sonuna kadar gayret etmek zorunda. Yoksa kendisinin söylettiği gibi Yunanistan’ı Euro’dan çıkarıp, Drahmi sistemine itmek gibi bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bunu da istemeyeceği için mümkün olduğu kadar Avrupa’nın kendisine kaynak yaratacak çevrelerini inandıracak biçimde sıkı bütçe kısıtlamaları yapmalıdır. Sıkı özelleştirmeler ve varlık satışları yapmalıdır. Mümkün olduğunca ekonomin girdilerini, çıktılarına yetecek hale getirmeye çalışmaldır. Halkın tahamül hudutları aşılır da büyük gösteriler, grevler ortaya çıkarsa yapacağı şey muhalefetle büyük koalisyon kurmak ya da seçime gitmektir. Bu sefer de seçim propagandaları başlayacaktır ve  seçim ekonomisi dediğimiz büyük harcamalara giden ekonomik yaklaşım güdülecektir. Böylece Yunanistan, ağır bir şekilde bu krizi daha da kötüye götürmüş olacaktır. Bu durumda darbe olabilir veya Yunanistan’ın AB’den ihracına giden bir durum ortaya çıkabilir. Türkiye’nin bunu iyi izlemsi gerekiyor. Kemal Kılıçdaroğlu iktidarı aldığı takdirde Yunanistan’ın bu krizi atlatmasını sağlayacak şekilde işbirliğine gideceğine dair beyanda bulundu. Türkiye ile Yunanistan arasında şimdiye kadar olmamış şeyler oluyor. Yunanistan Türkiye’den turist sayınsı artıp gelirini fazlalaştırmak için vize meselelerini kaldırıyor.

Havadis: Demek ki Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizin, Türk-Yunan siyasi ilişkilerine olumlu yansıması oldu…
Arık: Öyle tabii.Yunan ekonomisi küçük bir ekonomi. Yunan ekonomisinin kendi kendine gitmesi için turizmden ve Yunan diasporasının verdiği paraları kullanıyor. Ancak diaspora da artık destek vermiyor.

"AKP'NİN BAŞARISI İDEOLOJİK KONUMLANMASI"


HAVADİS GAZETESİ
2011
Dr. Cenk Saraçoğlu, Türkiye’deki seçim sonuçlarını Havadis’e değerlendirdi:

“AKP’nin başarısı ideolojik konumlanması”


Emine DAVUT YİTMEN
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı Öğretim Üyesi Dr. Cenk Saraçoğlu, AKP’nin ideolojik konumlanışının, partinin başarısında önemli bir etken olduğunu söyledi.
Saraçoğlu, Türkiye sağının tarihsel olarak kendini, çeşitli öznelerde, çeşitli politik gruplarda göstermiş birtakım öğeleri bulunduğu belirterek bunları milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık olarak özetledi. Saraçoğlu, Türkiye halkının genel eğilimlerini yansıtan bu üç öğenin, , bir proje içerisinde AKP tarafından sunulduğunu anlatarak, “ Yani AKP hem milliyetçi hem muhafazakar hem de İslami özellikleri sergileyen bir parti olmayı başardı. Bu da Türkiye sağının bütün geniş kesimlerinin oylarının, AKP’ye doğru yönelmesine neden oldu” dedi.
CHP’nin seçimlerde elde ettiği sonucun, CHP’nin kendi özüne koyduğu hedefler ve seçim öncesindeki iddiası açısından bakıldığında başarısızlık olduğunu ifade eden Saraçoğlu, “Bu, CHP’nin AKP’nin yükselişini önlemek için yaptığı yenilenmenin ve buna dair içerisine girdiği büyük seferberliğin bir hezimeti olarak anlaşılır” diye konuştu
Saraçoğlu, MHP için de seçim sonuçlarının bir başarı olmadığını kaydederek, MHP’nin tabanını teşkil eden Orta Anadolu’daki milliyetçi muhafazakar kesimin oylarının, AKP’nin  sağ ideolojisinden çok fazla etkilendiği ve oraya doğru kaymaya başladığını belirtti.
Anayasa değişikliği konusunda AKP’nin, CHP ve MHP’deki karışıklık nedeniyle bir ittifak kuramayacağını aktaran Saraçoğlu, “AKP, mutlaka belli bir asgari uzlaşma zemini arayacak, ama bu asla geniş çaplı radikal ölçüde anayasanın ortak bir zeminde dizayn edilmesi gibi bir süreç doğurmayacak” dedi
Dr. Cenk Saraçoğlu, Türkiye’deki seçimlerin ardından AKP’nin zaferini, CHP ve MHP’nin içinde bulunduğu durumu Havadis’e değerlendirdi:

Havadis: AKP oylarını artırarak seçimi zaferlere kazandı. 9 yıldır iktidarda olmasına rağmen görünen o ki bir yıpranmaya uğramadı.  Bunu neye bağlıyorsunuz?
Saraçoğlu: Bu çeşitli düzeylerde değerlendirilmesi gereken bir şey. Birincisi, AKP’nin ideolojik konumlanışının yarattığı etki. İkincisi AKP’nin son iki yıllık süre içerisinde devlet iktidarının tüm alanlarında hakimiyetini kurması. Siyasi iktidar olmanın getirdiği yıpranma olsa da iktidarda olmanın birtakım avantajları var. Bir başka etki de genel makro ekonomik düzeyde Türkiye’nin küresel kapitalist sistemde konumunun  göreceli olarak istikrarlı görünmesi.  AKP ilk başta çıktığı zaman temel ideolojik angajmanını, kendisinin milli görüş çizgisinden, eski refah partisi, fazilet partisi çizgisinden farklı olduğu imajını sağlamlaştırmak için yaptı. Bu şekilde sistem içerisinde ve uluslararası aktörler nezdinde bir meşruiyet oluşturma çabası içine girdi. Zaman içerisinde bu meşruiyet kaygısını aştıktan sonra kitlelerin karşısına daha bütünlüklü ve kuşatıcı bir sağ ideolojik formasyonla çıktı. Türkiye sağının tarihsel olarak  kendini, çeşitli öznelerde, çeşitli politik gruplarda göstermiş birtakım öğeleri var. Bunlardan birisi milliyetçilik, diğeri muhafazakarlık bir diğeri de İslamcılık. Tüm Türkiye sağının ve Türkiye halkının genel eğilimlerini yansıtan bu üç öğenin, bütün bir şekilde, bir proje içersinde sunulduğunu görüyoruz. Yani AKP hem milliyetçi hem muhafazakar hem de İslami özellikleri sergileyen bir parti olmayı başardı. Bu da Türkiye sağının bütün geniş kesimlerinin oylarının AKP’ye doğru yönelmesine neden oldu.

Havadis: Makro ekonomideki istikrarın göreceli olduğundan sözettiniz. Ancak dışarıdan bakıldığında Türk ekonomisininbüyüdüğünü görüyoruz. Gerçek bu mu yoksa bize mi öyle yansıtılıyor?
Saraçoğlu:  Bu görece bir şey. Makro ekonomik dengeler açısından baktığımızda gerçekten de Türkiye ekonomisi büyüyor görünüyor. Bu büyüme oranlarının yüksek olması ve bunun halkın hayatına çeşitli yansımalarının bulunması ve bunun yarattığı izlenim AKP’yi güçlendirdi. Bu niye göreceli ; çünkü halk kesimleri AKP’nin ekonomik performansını değerlendirirken bugünkü durumu partinin  iktidara gelmesinin hemen öncesinde ortaya çıkan krizle  karşılaştırıyorlar. AKP iktidara geldiği dönem, son derece ciddi ve sürekli kendini tekrarlayan bir siyasi ve ekonomik kriz sözkonsuyudu. AKP’nin performansı karşılaştırılırken bakılan nokta, herzaman 2001’dir. AKP’nin broşürlerinde şu ana kadarki ekonomik performansı, Türkiye tarihinin içerisinde bir yere oturtmaktan ziyade 2001’deki krizle kendini karşılaştırıyor ve insanların kafasında ciddi bir etki yaratıyor. Son global krizden çok zarar alarak çıktı demek doğru olmaz. Büyüme oranlarında eksiye geçiş vardı ancak ekonomi toparlanıyor. Halkın gündelik hayatında çok ciddi, onu doğrudan kriz oldu biz bunu hissettik dedirtecek olay ortaya çıkmadı. Ancak makro ekonomik düzeydeki problemler örneğin cari açığın rekor düzeyde olması, işsizliğin yüksek olması, sanayi üretiminin beklenen düzeyde olmaması tüm bunlar Türkiye ekonomisi için ciddi problemler. AKP’nin uyguladığı neoliberal ekonomi politikalar yani daha fazla piyasa yanlısı, sosyal devletin küçülmesine dayalı ve piyasa aktörlerinin daha fazla etkin olduğu ekonomi birtakım popülist politikalarla dengelenmeye çalışıyor.

Havadis: Diğer partilere bakacak olursak CHP’nin milletvekili sayısı arttı, MHP barajı geçti. Yıllardır düşük olan milletvekili sayısını artırması CHP’yi seçimden karlı çıkan bir parti yapmaz mı?
Saraçoğlu: Milletvekilliği sayısının artması ancak şu şekilde olumlu etki doğurabilir; o da CHP’nin belli ilkeler üzerinden, kendi gündemini yaratan açılımlar üzerinden ve bu açılımları ve ilkeleri meclise taşıdığı zaman bunu daha güçlü seslendirebilmesi açısından sayısal bir avantaj sağlar. Aslında CHP’nin kendi önüne koyduğu hedefler ve seçim öncesindeki iddiası açısından bakıldığında, ciddi bir başarısızlıktır. Bu, CHP’nin AKP’nin yükselişini önlemek için yaptığı yenilenmenin ve buna dair içerisine girdiği büyük seferberliğin bir hezimeti olarak anlaşılır.

Havadis: Yani CHP yenilenmeden bir fayda sağlamadı; bunu  AKP için mi yaptı diyorsunuz?
Saraçoğlu: Her zaman şu söylenirdi.  CHP’nin başarısızlığın nedeni olarak  sürekli ulusalcı ve Kemalist söylemi sürdürmesi, bu yüzden de halk kesimlerinin genelinden, geniş kesimlerden destek alamaması gösteriliyordu. Yani CHP’nin kitleselleşememesinin ardındaki neden Deniz Baykal ve onun ulusalcı Kemalist söylemiydi. Bunun tam tersi bir iddiayla ortaya çıkıldı. Kemal Kılıçdaroğlu ile belli halk kesimleriyle özdeşlik kurabilecek  bir lider var denildi ve söylem tamamen yoksulluk, işsizlik üzerine kuruldu. Yine de başarılı olunamadı. CHP’nin önümüzdeki süreçte hangi pozisyonda muhalefet edeceği noktasında bir kafa karışıklığı ortaya çıkacaktır. CHP bütünlüklü bir politika yürütemediği için kendi içinde sorunlardan dolayı istediği kadar meclis aritmetiğinde sayısını artırsın bulunduğu konumun belirsizliği onu siyasal alanda güçlü kılmayacaktır.
 Havadis: AKP’nin anayasayı değiştirme yönünde isteği var ve milletvekili sayısıyla bunu yapamıyor. İttifaka girmesi gerekiyor. Bu durumda neyi öngörüyorsunuz?
Saraçoğlu:  AKP’nin anaysa değişikliği konusunda birtakım ittifaklara girmesi gerekiyor. CHP ve meclise daha güçlü giren bağımsızlarla bir uzlaşma çabası içersine girmesi gerekiyor. CHP’nin içinde bulunduğu kafa karışıklığını anaysa çalışmalarında AKP’ye muhalefet ederek gidermeye çalışacağını düşünüyorum. Parti kendi bütünlüğünü, anayasaya muhalefet etme noktasından yeniden kurmaya çalışacak. Bu noktada AKP- CHP arasında uzlaşmayı çok olası görmüyorum. AKP ile BDP arasındaki ilişkide çok ciddi krizlerin yaşanacağını tahmin ediyorum. AKP ile BDP arasında özellikle Kürt meselesinin kavranışı noktasında çok ciddi bir fark var.AKP’nin  Kürt politikasındaki açılım stratejisini çoğu kişi aslında BDP’nin de talep ettiği şey olarak algılıyor. Ancak  bu, görünürde olan bir şey çünkü esasında AKP’nin Kürt meselesinden anladığı şey çok farklı. AKP’nin kafasında bir millet kurgusu var. AKP’nin  ortak birtakım dinsel, kültürel değerler üzerine kurulmuş bir millet algısı var. Millet tanımı içerisinde Kürtleri, folklorik bir üye görüyor. BDP, Kürtlerin folklorik bir öğe olarak görülmesini istemiyor. Kürtlerin,  etnik bir grup ve ulusmuş gibi görülerek, bütün Kürtler için anayasal güvence altına alınmış haklar talep ediyor.

Havadis: Bu durumda AKP, anayasayı değiştirmek için BDP’nin istediği çizgide Kürtlere yönelik açılımlarda biraz yumuşama sağlayabilir mi?
Saraçoğlu: Hayır. Bu sadece AKP’nin Kürt politikasıyla ilgili değil, genel Türkiye vizyonu ile ilgili. Eğer AKP’nin BDP çizgisine gelmesi, onun genel Türkiye vizyonu ve genel ideolojik konumlanmasının sarsılması anlamına gelir. O yüzden bunu istemeyecektir. BDP’nin bir de siyasi ideolojik hareketi var. Kürt hareketi solcu ve görece laik bir toplum vizyonuna sahip bir hareket. Bu noktada da AKP’nin Kürt meselesini çözerken dine vurgu yapması, BDP’nin siyasi ideolojik vizyonuna çok aykırı. İki hareketin biraraya gelip ortak bir zeminde buluşmasını pek olası görmüyorum.

Havadis. Peki AKP anayasanın değişmesi ile ilgili nasıl bir adım atacak?
Saraçoğlu: Mutlaka belli bir asgari uzlaşma zemini arayacak, ama bu asla geniş çaplı radikal ölçüde anayasanın ortak bir zeminde dizayn edilmesi gibi bir süreç doğurmayacak diye düşünüyorum. Belki küçük ortaklıklar üzerinden birtakım düzenlemeler yapılabilir.

Havadis:  MHP barajı aşarak meclise girdi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? MHP için başarı mı?
 Saraçoğlu: MHP için başarı değildir. MHP’nin başarısını ölçülürken, meclise girip girmemesi üzerinden test ediliyordu . Ancak genel duruma baktığımızda, MHP’nin tabanını teşkil eden Orta Anadolu’daki milliyetçi muhafazakar kesimin oylarının, AKP’nin kuşatıcı sağ ideolojisinden çok fazla etkilendiği ve oraya doğru kaymaya başladığını görüyoruz. MHP’nin oyları Batıda belli bir seviyede kalarak yüzde 13 seviyesine erişebildi. O noktada MHP’nin de ciddi bir ideolojik kriz yaşayacağına inanıyorum. Ama onlar da kendi konumlarını sağlamlaştırmak ve içlerinde bulundukları sürekli aşınan güçlerinin daha fazla aşınması engellemek veya yeniden bir yükselişe geçiş sistemi bulabilmek için anayasa konusunda uzlaşıcı bir tutum izlemeyecektir.

Havadis: MHP başarıyı yakalayabilmesi için liderini değiştirmeyi düşünebilir mi? Yeni bir liderle yeni bir vizyon gibi düşünceleri bulunuyor mu?
Saraçoğlu: MHP içerisinde bu tür isteklerin olduğu söyleniyor. Liderliğin değişmesinin belli bir yenilenme sağlayacağı iddia ediliyor. Burada asıl önemli olan liderlik değişse bile bahsettiğimiz ideolojik spektrum içerisinde MHP’nin kendisine nasıl bir yer bulacağı önemli. MHP’nin milliyetçi söyleminin nasıl bir çıkış stratejisi izleyeceği belirsiz. MHP hiçbir zaman bütünlüklü bir Türkiye vizyonuna, bütünlüklü bir ekonomi politikasına sahip olmamıştır. MHP genelde bir reaksiyon partisidir. MHP’nin krizi komünizmin çökmesiyle başladı. Kendini karşısında konumlandıracak bir güç odağı ortadan kalkmış olduğu için ciddi bir kriz yaşadı. 1990’ların sonunda bu reaksiyonu PKK’nın yükselişi üzerinden kurdu. Terör gündemden uzaklaştıkça MHP’nin kendi siyasetini üretecek zemin de ortadan kalkıyor.
  
  


"HEDEF İRAN'I VURMAK"

HAVADİS
2011

Dr. Hüseyin Işıksal, Suriye’de çıkan ayaklanmaları Havadis’e değerlendirdi:

“Hedef İran’ı vurmak”

Emine DAVUT YİTMEN
Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Hüseyin Işıksal, Suriye’de çıkan ayaklanmaların, 1982 yılındaki ayaklanmaların devamı olduğunu, Ortadoğu’daki tüm senaryoların aslında İran’ı vurmak için yapıldığını söyledi.
Işıksal, 1982’de hem Hafız Esad hem de azınlığa karşı isyan çıktığını, bu isyanın kanlı bir şekilde bastırıldığını, ancak 1982’deki hafızanın günümüze geldiğini ve bugünkü ayaklanmaların o dönemde çıkan isyanın devamı olduğuna dikkat çekti.
Mısır’da isyan başladığı zaman ABD’nin ve İsrail’in en son düşmesini istediği rejimin Mısır rejimi olduğunu anlatan Işıksal, “Ben hep şunu söyledim. Esas olay Libya ve Suriye’de olacak. Bu bir domino olayı. İlk Yemen’e doğru gitti ve sonra domino taşları gerçek adresler olan Libya ve Suriye’ye yöneldi. Ancak asıl büyük halka İran. Tüm senaryolar İran’ı vurmak için yapılıyor” dedi.
Ortadoğu’daki rejimlerin bir şekilde halklarıyla barışmak zorunda olduklarını vurgulayan Işıksal, “Yani bu meşrutiyeti sağlayamazlarsa İsrail ve Amerika mutlaka bu yarayı kaşıyacak. Bu yara kaşındığı zaman Ortadoğu’daki esas sorunlar görmezden gelinmeye devam edecek. Esas sorun Filistin sorunudur. Dünya kamuoyu tüm bu rejimlere kaydığı için esas sorun unutuluyor. Kimse İsral’in Golan tepesi işgalinden, açık hava hapishanesi inşa etmesinden sözetmiyor” diye konuştu.

Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Hüseyin Işıksal, Suriye’deki olaylarla ilgili Havadis’in sorularını yanıtladı:
Havadis: Suriye’de bu ayaklanmalar nasıl patlak verdi?
Işıksal: Suriye, tüm Ortadoğu ülkeleri gibi karışık bir ülke. Ortadoğu’da sistemsel bazı sorunlardan sözedebiliriz. Ülkede yüzde 12 Alevi, yüzde 74 Sunni ve yüzde 10 Hıristiyan var. Eski Dışişleri Bakanı Hafız Esad, 1970’de bir Düzeltme Harekatı yaptı. Suriye Mısır’la bir ortak devlet kurdu. Bu, başarısız bir organizasyon oldu. Suriye’de pek çok askeri darbeler yaşandı. Bir istikrarsızlık dönemi oldu ve rüşvet çok ilerledi. Bu rüşvet döneminden sonra, 1970’de Suriye’deki hükümet dış politikada şöyle bir hata yaptı. Ürdün’de ciddi bir Filistin ayaklanması oldu. Ürdün ordusu sert bir reaksiyon gösterdi. Daha sonra Suriye hükümeti de ilginç bir şekilde Filistin’e destek verdi. Suriye dış politikasına baktığınızda, Suriye, Arap - İsrail savaşlarının hepsine katılmış bir ülke. Çok ciddi bir anti İsrail politikası var. Ancak  Hafız Esad ‘egemenlik sistemi doğrultusunda diğer rejimlere saygı duymalıyız, yoksa onlar da bize saygı duymaz’ çerçevesinde ve ülkedeki yolsuzlukları bahane ederek, darbe yaptı.  Bunun adına Düzeltme Harekatı denildi. Bence Hafız Esad, Düzeltme Harekatı sonrasında Ortadoğu’nun en güçlü lideri oldu. Türkiye, yıllarca Hafız Esad’ın ne kadar güçlü olduğunu göremedi.

Havadis: Niye göremedi?
Işıksal: Suriye’nin Ortadoğu’da hep tarihsel bir rolü vardı. Suriye, Arap ülkeleri içinde Mısır’dan sonra liderliğe oynayabilecek iki ülkeden biriydi. Fakat Hafız Esad çok stratejik bir yol takip etti. Esad, Ortadoğu’daki tüm terör örgütlerinin finansörlüğünü üstlendi. Diğer Arap ülkelerinden Suriye’ye inanılmaz bir para akışı oldu. ‘Kendi ülkenizde istikrar arıyorsanız, Hizbullahçılar olsun, Hamas olsun bunların müdahale etmesini istemiyorsanız, bana haracınızı ödeyin’ diyordu. Türkiye bunu göremedi. Hafız Esad PKK’yı da kullandı. İç politikada mukabarat dediğimiz, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir iç örgütlenme kurdu. En ufak bir yaşam biriminde bile muhakkak bir kişinin devlet adına rapor tuttuğu bir olay.

Havadis:Yani bir yerde muhbirlik…
Işıksal: Evet. Hafız Esad Alevi ve yüzde 12-13 bir azınlıkla ülkeyi yönetiyordu ve ciddi bir korkusu vardı. Suriye’de Aleviler önemli olan tüm  pozisyonlara getirildi. Onların önderliğinde  sistem kuruldu. Devlet ekonomisi de tek bir yönetime bağlandı ve bu baskıcı rejimden dolayı gitti. Hafız Esad’ı ayakta tutan en önemli şeylerden biri de İsrail düşmanlığı idi. Golan tepelerinin İsrail tarafından 1967’de işgal edilmesi, Esad’ı liderliğe getiren unsurlardan biriydi. Esad Golan tepelerinin kaybedilmesiyle  İsrail düşmanlığına tutunarak, kendine bir nevi meşrutiyet sağlamaya çalıştı. 1982 yılında ise Suriye’de önemli bir isyan çıktı. Günümüzdeki bu isyan aslında, o isyanın devamı. 1982’de  Hama şehrinde, şu anda isyanların çıktığı kentin çok yakınında bir yer, orada bir isyan çıktı. İsyan hem Esad aleyhine hem de azınlığa karşı bir isyan. Bu isyanda kaç bin kişi öldü bilinmiyor. 10 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor. İnsanların zihnini silmek kolay değildir.1982’nin hafızası, günümüze geldi.

Havadis: 1982’den bazı rahatsızlıklar hafızalarda kaldı dediniz. Oğul Beşar Esad bu rahatsızlıklara karşı reformlar yapma ihtiyacı hissetmedi mi?
Işıksal: Beşar Esad, Hafız Esad’dan  çok farklı. İngiltere’de eğitim görmüş, liberal bir kişi. Ancak Beşar Esad da ciddi bir ikilemde. Yükü büyük. Babasının yaptığı yanlışların farkında. Ülkede ciddi reformlar yaptı ve daha da yapacağını söyledi. Ancak isyan olan köyde ordunun başında Beşar’ın kardeşi var. Çok acımasız biri. Beşar’ın etrafındaki Alevi elitler şunu diyorlar, ‘reformlar biraz daha fazla olursa bu defa hepimizin kafası gidecek’. Şu anda Beşar’ın biraz daha sert çıktığını görüyorum.  Beşar Esad reform yapmaya çalışıyor ama karşı tarafı memnun etmesi imkansız.

Havadis: Bu sorun aslında anladığım kadarıyla mezhep içerikli bir kavga…
Işıksal: Tabii. Oradaki Aleviler, Sunnilere göre daha farkılar. Devlet mekanizmasında Alevilere karşı ciddi bir kayırmacılık var. Bu mezhep kavgası aslında küçük bir kavga değil.

Havadis: Esad’ın bazı reformları yapmaya başladığını söylediniz. Esad, siyasi tutukluların serbest bırakılacağını, sürgündekilerin dönmesinin sağlanacağı yönünde sözler veriyor. Bunları söylüyor ama gerçekten yapmaya niyeti var mı?
Işıksal: Gerçekten niyeti var. Ancak  Suriye ve İsrail halen savaş halindeler. Aslında ne ateşkes ne de anlaşma var. Bu birinci sorun. İkinci sorun Golan tepeleri İsrail işgali altında. Suriye ordusu saldırsa ve tepeleri geri alsa bu meşru bir savunmaya girer. Bundan dolayı İsrail tetikte. Arap - İsrail savaşlarının görünmeyen bir yüzü var. Aslında İsrail savaş istiyor. Arap ülkelerinden askeri alanda çok güçlü. Güçlü olduğu için de savaş meydanına çıkmaya çalışıyor. Suriye’deki isyanlardan İsrail çıkar sağlamaya çalışıyor. İsyanlara İsrail de ABD de destek veriyor. Beşar reform yapmak istiyor; fakat şunun da farkında o reformların dozu çerçevesinde İsrail ve ABD dış müdahalesi ne kadar daha ertelenecek. ‘Sürgündekilerin dönmesine izin vereceğim” diyor.  Bu insanlar yıllardır CIA’nin denetiminde, İsrail’in güdümünde. Beşar’a karşı dirensinler diye televizyon kanalları, gazeteler açıldı; uydu yayını yapıyorlar. Şimdi bunları Suriye’ye geri getireceğim diyorsunuz. Geri getirince kendilerine göre kampanyalara devam edecekler; bu defa tutuklamalar olacak. Tutuklanmalar olunca İsrail ve ABD tekrar ayaklanacak. Ama  Beşar’ın genel anlamda iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Ancak şu anda köşeye sıkışmış durumda. Bir yanda Libya’yı görüyor, ‘Kadaffi’den sonra sıra bende’ diyor. Mısır’da isyan başladığı zaman Amerika’nın  ve İsrail’in aslında en son düşmesini istediği rejim Mısır rejimiydi. Ben hep şunu söyledim. Esas olay Libya ve Suriye’de olacak. Bu bir domino olayı. İlk Yemen’e doğru gitti ve sonra domino taşları gerçek adresler olan Libya ve Suriye’ye yöneldi. Ancak asıl büyük halka İran. Tüm senaryolar İran’ı vurmak için yapılıyor. İran’ın da bölgedeki tek dostu Suriye.

Havadis : Esad rejiminin gitmesinin İran’a bir etkisi mi olur?
Işıksal: İran tamamıyla halka içine alınır. İsrail İran’ı açıkça vuracağını söylüyor. Aslında Suriye’nin düşmesi, İran’ı bölgede izole edecektir.

Havadis: İsrail, ABD destekli ayaklanmalar Esad’ı devirmeye yetecek mi?
Işıksal: Kurgu şöyle, önce ülkede  bir isyan başlatılır. Sonra medya aracılığıyla o ülke katliam yapıyor, bunu durdurmamız gerekiyor denir. Daha sonra da dış güçler toplanır ve müdahale eder.

Havadis: Türkiye bakacak olursak Suriye’de  etkin bir rol oynamak istiyor. Reformlar için baskı yaptı. Suriye’den kaçanlar Türkiye’ye sığınıyor. Bir yerde Türkiye, dış güçlerin müdahalesini engelleme yönünde bir çeşit tampon görevi görebilir mi?
Işıksal: Tabii ki. Türkiye özellikle AK Parti’yle dış politika çok mesafe kat etti. Komşularla sıfır sorun politikası çok önemli. Suriye ile olan sorunlar çözüldü. Suriye, ilk defa Hatay’ın Türkiye toprağı olduğunu kabul etti ve haritalarından sildi. PKK’ya desteği tamamıyla kesti. PKK’yı Beka vadisinden boşalttı. Bunlar çok önemli açılımlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye - Suriye ilişkileri çok iyi. Fakat şöyle sorun var. AK Parti politikalarında bir tutarlılık göstermek zorunda.  ‘Ortadoğu’da biz halklardan yanayız, rejimden yana değiliz’ diyorlar. Suriye’de 1200 polis öldürüldü. Bu, ciddi bir rakam. Suriye rejiminin intikamı acı olacak. Suriye sınırından son olarak 2 bin -3 bin  kişi geçmiş. Bu insanlar gerçekten sınırdan geçmek zorundalar. Orada bir katliam olabilir. Beşar, ders vermek istiyor. Türkiye’nin şu andaki rolü çok önemli. Beşar’ı yumuşatacak olan tek kişi Erdoğan. ABD, Suriye ve İsrail’i bir şekilde masaya oturtmaya çalışıyor. Bu sırada Suriye’deki rejim değişirse daha kolay olur. Ya da Beşar’ı zor durumda bırakıp ‘barış anlaşması imzala’ demesi lazım. Türkiye’nin bunları çok iyi takip etmesi gerekiyor.

Havadis: Esad, 12 Kürt oluşumla ayın 12’sinde görüşecek. Bunu bir açılım olarak görebilir miyiz? Bu şekilde ayaklanmanın hızı kesilebilir mi?
 Işıksal: Tabii ki. Kürtler  hem Irak hem Suriye hem İran’da en ciddi ayaklanmaları yaptılar. Suriye ve Irak’ta huzursuzluk var. Iraklı ve Suriyeli Kürtler yakınlaşmaya başladılar. Bu durum, Suriye ve Irak rejimini korkutuyor. Beşar Esad, bu açılımını Kürtlere doğru açmak durumunda zaten. Kürtler de ülkede yüzde 10’luk bir nüfusa sahip. Kürtlerin yardımını alırsa olay biraz değişebilir. Ancak tüm olay neticede şuna dayanıyor. Ortadoğu rejimleri bir şekilde halkıyla barışmak zorunda. Yani bu meşrutiyeti sağlayamazlarsa İsrail  ve Amerika mutlaka bu yarayı kaşıyacak. Bu yara kaşındığı zaman Ortadoğu’daki esas sorunlar görmezden gelinmeye devam edecek. Esas sorun Filistin sorunudur. Dünya kamuoyu tüm bu rejimlere kaydığı için esas sorun unutuluyor. Kimse İsral’in Golan tepesi işgalinden, açık hava hapishanesi inşa etmesinden sözetmiyor.

"AYAKLANMALAR RADİKAL DEĞİŞİKLİK GETİRMİYOR"

HAVADİS
2011

Doç. Dr. Moncef Khaddar, Tunus ve Libya’da yaşanan ayaklanmaları ve son durumu Havadis’e değerlendirdi:


“Ayaklanmalar radikal değişiklik getirmiyor”

Emine DAVUT YİTMEN

   Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Moncef Khaddar, Tuus ve Libya’da yaşanan ayaklanmaların, radikal değişiklik olarak kabul edilmeyeceğini söyledi.
   Doç. Dr. Khaddar, Libya ve Tunus’daki rejimlerde alttan yukarı bir değişiklik olduğunu, nicelik açısından geçmiş rejimle bağların koparıldığını belirterek, “Ancak aynı zamanda geçmiş rejimin elitleri direnişe devam ediyor. Bir devrimde geçmiş rejimden tamamen kopmuş insanların birliği sağlanmalı. Ancak, Libya ve Tunus’taki geçiş döneminde çoğu insan, reform kartını başarılı oynayan eski rejimden geliyor. Bu, tam anlamıyla bir devrim değil” dedi.
    Tunus’taki yeni rejimle birlikte bazı değişiklilerin olduğunu, ancak bunların sınırlı kaldığını, direnişin halen sürdüğünü anlatan Doç. Dr. Khaddar, Zeynel Abidin Bin Ali’nin Başbakanı olan Muhammed Gannuşi’nin geçici hükümetin de başbakanı olduğuna ve geçmişten ciddi şekilde kopulamadığına dikkat çekti.
    Libya’daki ayaklanmanın en başından beri barışçıl olmadığını, silahlı bir ayaklanma olduğunu anlatan Doç. Dr. Khaddar, Kaddafi’nin nereye kadar gücünü kaybettiği veya siyasi, askeri oyunlarla olan birliğini görmenin şu an için çok zor olduğunu dile getirdi.
   Bingazi’deki  geçici hükümeti Birleşik Krallık, İtalya gibi ülkelerin tanımayacağı yönündeki açıklamalara rağmen, bu hükümeti tanıyacak ülkelerin de varolduğuna işaret eden Doç. Dr. Khaddar, Tunus’taki yeni rejimin hükümetinin de Kaddafi ile ilgili farklı kartlarla oyun oynadığını aktardı.

   Aslen Tunuslu olan Doç. Dr. Moncef  Khaddar, Tunus’taki ayaklanma sonrası ve Libya’daki son durumla ilgili Havadis’in soruları yanıtladı:
Havadis: Kaddafi rejiminin tehlikeye girmesi beklenen birşey miydi?  Niye şimdi ayaklanma şimdi yapılıyor?
Cevap: Tüm bu ayaklanmalarla ilgili şu soru var. Siyasi bir parti veya dış güçler bunun olmasını bekliyor muydu? Hayır; bu bir sürprizdi. Libya’dan Tunus’a kadar olan ayaklanmalara bakacak olursak akademisyenler, bu ayaklanmaların sözkonusu bölgedeki rejimlerden kaynaklanan mağduriyetle alakalı olduğunu söylüyorlar.

Havadis: Dünyayı etkisi alan ekonomik krizin bu ayaklanmaları tetiklediğini söylebilir
miyiz?
Cevap: Herkes, bu rejimlerin gerçeğini biliyor. Bu rejimlerden siyasi, ekonomik, kültürel açıdan ne kadar çok olumsuz etkilenildiği ve buna olan kızgınlık küçümsendi. Bu rejimlerin içerideki ve dışarıdaki destekçileri kendi durumlarına fazla değer verdiler.

Havadis:Dışarıdaki destekçiler derken neyi kastediyorsunuz?
Cevap: Bölgede kendi kendilerini desteklediler. Yani Kaddafi, Zeynel  Abidin Bin Ali rejimini, Bin Ali de Kaddafi rejimini  destekledi. Ortadoğu ve Arap Birliği’nde kendi aralarında bilgi alışverişi yaptılar. Suriye’de Esad, Filistin’in birliği için işbirliği yapıyorken, aslında gerçekte iktidarda kalma işbirliği yapıyordu. Bir de hepsi maddi olarak refah açısıdan da işbirliği yapıyordu.  Mısır’dan Libya’ya kadar bu rejimler büyük servetler yaptılar ve insanları baskı altına alacak araçlar koydular.  Medyayı kontrol ettiler. Sonuçta, örneğin Tunus’ta  1998 yılında olumlu bir imajla  halkın karşısına çıktılar. 1998 yılında Bin Ali iktidara geldiğinde akademi dünyasındaki pek çok kişi, Bin Ali’yi insan haklarına daha çok önem veren yeni bir lider olarak takdim etti.  1998 yılından son ayaklanmaya kadar geçen dönmede, güvenlik güçlerinin de dahil olmasıyla üniversitelerin hukuk fakültesindeki akademisyenler, bu rejimin bir yerde yasallığını yürütenler oldu. Fransa, Bin Ali’yi insan hakları şampiyonu ilan etti. Kaddafi ise 2005’te negatif olan imajını değiştirmeyi başardı.
Tunus’taki ayaklanmanın ardından Bin Ali’nin Başbakanı  olan Muhammed Gannuşi şu anda geçici hükümetin başbakanı olarak kaldı. Gannuşi, Bin Ali’ye çok yakın biriydi ve Bin Ali rejiminde neler döndüğünü bilmemesi imkansızdı. Eğer Tunus’taki son durumu devrim ayaklanması veya radikal değişiklik olarak kabul ediyorsanız, o zaman niye bu insanlar halen ortalarda dolaşıyor?
          
Havadis: Yani Tunus’ta rejime karşı yapılan ayaklanmanın ardından, aslında pek de bir şeyin değişmediğini mi söylüyorsunuz?
Cevap: Değişiklik var; ama bunlar sınırlı değişiklikler. Direniş halen devam ediyor. Şu anda medya bağımsızlığına kavuştu, pek çok siyasi parti kuruldu. Yozlaşmaya ve baskıya neden olan kişilerin mahkemeye çıkarılması bekleniyor. Yani sokağı eskisi gibi kontrol edemiyorlar. Tunuslular daha önceden dünyadaki herhangi bir konu ile ilgi gösteri yapamıyorlardı.
Kurucu Meclis’in oluşturulmasına ve meclisin seçilmesinden sonra yeni anayasasının hazırlamasına karar verildi. Ancak gerçekten geçmişten ciddi şekilde kopulabilecek mi? Burada sorun, Bin Ali ve diğerleri değil; yani insanlarla ilgili sorun değil.

Havadis: Sorun, Bin Ali ve destekçileri değilse, nedir? Neyin arkasına dayanıyorlar?
Cevap:  Sistem; Tunus’taki düzen, bölgedeki düzen. Ekonomik, kültürel, askeri düzenler bu insanlardan ortaya çıkıyor, ama neticede insanlar da bu sistemden güç alıyor. Sistem dışındakiler ise güçlerini ordu ve bürokrasideki organlarından alıyor. Tunuslular değişikliğin rejimin kendisinin değil, rejim içinde değişikliğin olduğunu söylüyor. Ocak ayından sonra, 20 yıl önce ülkedeki baskıdan dolayı yurtdışına kaçmış insanlar ülkeye gelmeye başladı. Bunlar arasında laik Tunuslular da var, İslamist gruplardan olan insanlar da var. Bu her iki kesim de ülkedeki diktatörlükten zarar gördüler. Şimdi tüm bunlar, nereye kadar diktatöre ve yardımcılarına meydan okuyabilecek? Bu arada ordunun rolü bize hiç söylenmiyor. Medyanın neden polis devleti tarafından yapılan, ordu ve otokrata yakın entelektüeller tarafından desteklenen baskıyı küçümsediğini anlamıyorum. Bize bunun modernizasyon açısından pozitif bulunduğu ve tehdidin ya İslamcılardan ya da sol görüşlü insanlardan geleceği söyleniyor. Burada şahit olduğumuz, geçiş döneminde içerideki güçlerin durumdan yaralanmalarıdır. Diktatörlük; siyasi, ekonomik ve saygınlık açısından alacağı yaraları sınırlamaya çalışıyor. Dışarıdakiler, ‘biz diktatörlükler ve otoriter rejimleri desteklemiyoruz, geçiş dönemindekileri destekliyoruz’ diyorlar ama bu destek acaba nereye kadar yapılıyor? Açıkçası pek bir şey bilmiyoruz; bu devam eden bir süreç.

Havadis: Altı ay içinde parlamento seçimlerine gidilecek. Tüm bu söyledikleriniz dikkate alındığında, seçim döneminde kimin iktidara gelebileceğini kesin olarak tahmin edebiliyor muyuz?
 Cevap: Otokrasi kaybetti. Buna şüphe yok. Şimdi liberalleşme olacak,  ancak bunun nereye kadar popüler taleplere gerçekten cevap verebileceği veya ne kadar gerçek bir dönüşüme yol açacağı riski bulunuyor.

Havadis: Libya’daki ayaklanmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Libya’daki ayaklanma en başından beridir barışçıl bir ayaklanma olmadı. Silahlı bir ayaklanmaydı. Burada bir belirsizlik var. Bazı akademisyenler ve ülkeler,  Libya’nın işgal edilmesinden hoşlanmadı. Rusya son olarak Bingazi’deki geçici hükümetle resmi temas kurmak istediğini açıkladı.

Havadis: Kaddafi direnmeye devam ediyor ama…
Cevap: Şu anda belirsizlik var. Kaddafi’nin  nereye kadar gücünü kaybettiği veya siyasi ve askeri oyunlarla olan birliğini görmek şu an için çok zor. Yine de artık Libya’yı eskisi gibi yönetmesinin imkanı olmadığı söyleniyor. Bence Libya, Kadaffi’den her şekilde kurtulmalı.

Havadis: Bu müdahale daha ne kadar sürecek? Kaddafi direnişten vazgeçene kadar mı yoksa öldürülene kadar mı?
Cevap: Eğer ülkeden ayrılsaydı çok daha iyi olurdu. Bir taraftan müdahalenin kötü olduğu söyleniyor, diğer taraftan eğer ülkeden ayrılsaydı müdahale olmazdı deniyor.

Havadis: Sizce Libya’dan ayrılması için zaman daralıyor mu?
Cevap: Birleşik Krallık ve İtalya gibi bazı ülkeler geçici hükümeti tanımayacaklarını resmi olarak açıkladılar. Ancak bu hükümeti destekleyecek olanlar da var. Bilmediğimiz pek çok şey var.Cezayir, Kaddafi’ye yardım ediyor olabilir, ama bu çok net değil. Ayrıca Tunus’taki yeni rejim hükümeti, Kaddafi ile ilgili farklı kartlarla oyun oynuyor. Eğer Kaddafi iktidarda kalacaksa onunla sorun yaşamak istemiyoruz, bu durumda onu destekleriz; tersi durumunda yeni rejimi desteklemekten yanayız diyorlar. 

Havadis: Libya’daki bu ayaklanmaya ne olacak?
Cevap: Eğer lidersiz oldukları öne sürülen ayaklanmalara dikkat edilmezse direnişleri de bir o kadar ciddi olur.

Havadis: Libya’yı geçiş döneminde ne bekliyor?
Cevap: Libya’dan Tunus’a bakıldığında tüm bu rejimler altında yaşayan insanların ezilmiş olduğunu ve bir kez daha eskisi gibi olmayacaklarını görüyoruz. Rejimlerde alttan yukarı bir değişiklik var. Nicelik açısından geçmiş rejimle bağlar koparıldı. Ancak aynı zamanda geçmiş rejimin elitleri direnişe devam ediyor. Bir devrimde geçmiş rejimden tamamen kopmuş insanların birliği sağlanmalı. Ancak, Libya ve Tunus’taki geçiş döneminde çoğu insan, reform kartını başarılı oynayan eski rejimden geliyor. Bu, tam anlamıyla bir devrim değil. Bu aşamada geçmiş geçmişte bırakılmalı ve bir sonraki aşamaya geçilmeli. Yani bu geçmişteki yozlaşmış rejimle değil, yeni elitlerle olmalı. 

"HAMAS İKTİDAR OLMAK İSTİYOR"

 HAVADİS GAZETESİ
2011


Doç Dr. Ercan Gündoğan, Filistin’de El Fetih – Hamas arasında imzalanan tarihi anlaşmanın perde gerisini Havadis’e değerlendirdi:

“Hamas iktidar olmak istiyor”


Emine DAVUT YİTMEN

   Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ercan Gündoğan, El-Fetih ile Hamas arasında imzalanan anlaşmayı, Hamas’ın iktidara gelmek için bir fırsat olarak değerlendirdiğini söyledi.
   Doç. Dr. Gündoğan,  Hamas’ın destekçisi olan özellikle İran ve Suriye’nin durumunun şu anda tehlikede olduğu, dolaysıyla Hamas’ın da kendine bir çeki düzen vermek zorunda kaldığını belirterek, “Yani sözde İsrail düşmanlığını bırakıp, Filistin’in esas hakimi El Fetih’le tekrar anlaşmak istiyor. Bence, bu anlaşmanın sonunda tüm Afrika ülkelerinde olan bir şey olacağını ümit ediyor. O da Müslüman Kardeşler bugün her yerde ya ana muhalefete geçtiler ya iktidara ortak oldular. Anladığım kadarıyla El Fetih’e karşı da Hamas, böyle bir fırsatı değerlendirmek istiyor” dedi.
   El Fetih’in herkesin sahip çıkmak istediği, ama kimsenin içine almak istemediği gerilla, mülteci, yoksulluk sorunlarına sahip olduğuna işaret eden Doç Dr. Gündoğan, Müslüman Kardeşler’den türeyen, ancak İsrail’in bir ürünü olan, özellikle Suudi Arabistan fonlarıyla desteklenen Hamas’ın, El Fetih’in eski misyonunu, dinci çerçevede formüle edip kitlelerin desteğini aldığını ifade etti.
      Doç Dr. Gündoğan, anlaşma olmak üzereyken iki tarafı anlaşma imza törenine çağırmak yerine, tekrar müzakere yapmalarını istemesi ve  Hamas’a da eğilim göstermesi nedeniyle arabuluculukta Türkiye’nin devre dışı kaldığını anlatarak,  “Mısır, sınırından dolayı bir terör sorunu yaşıyor. Bu sorunun bitmesini istiyor; sınır güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Mısır, İsrail ve ABD adına da bu sorunu çözmek istedi. Aynı zamanda Mısır’da Müslüman Kardeşler son olarak parlamentoya girmişlerdi. Müslüman Kardeşlerin artık çok güçlü olduğu bir Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in uzantısı olan Hamas’ı ikna ederek, El Fetih’le masaya oturtmak da çok normal bir şeydir” diye konuştu.

Seçimlerde Hamas birinci parti olur
   Doç. Dr. Ercan Gündoğan, en son 2006 seçiminde Hamas’ın büyük bir güç kazandığını, El Fetih’in muhalefete düştüğünü anımsatarak, “Hamas, en az 2006’daki seçim sonuçlarını yakalar. Yani birinci parti olur. El Fetih, yıllardır yönetmiş olmanın getirdiği dezavantajları yaşıyor. Kitleler, İsrail’e karşı radikal İslam’dan çok etkilenmiş durumdalar” dedi.
   Bu durumun, İslami devlet kurulması sonucu getirmeyeceğini vurgulayan Doç. Dr. Gündoğan, İslamcı hareketlerin hükümet olunca radikalliklerinin azaldığını dile getirdi.

Doç. Dr. Ercan Gündoğan, Filistin’de tarihi anlaşmaya neden olan zemin ve El-Fetih ile Hamas’ın ülkedeki fonksiyonları konusunda Havadis’e konuştu:

Havadis: Filistin’de, El Fetih ve Hamas arasında imzalanan anlaşma bir iç barışı öngörüyor. Bu anlaşmanın zamanlaması niye şimdi?
Cevap: Ortadoğu’da Arap coğrafyasında olup bitenlerin hepsi tesadüfen olmuyor. Belli ki bir makro planın parçası. Arap coğrafyasının ve Ortadoğu’nun bir merkezi, bir de çevresi var. Merkez İsrail, Filistin, Suriye, Lübnan’ın olduğu bölge. Tüm problemler oradan çıkıyor ve bütün müdahaleler de oraya yapılıyor. Filistin meselesi de Arapları hem birleştiren hem parçalayan bir olay ve tarafları var. Tarafları da birbirleriyle sürekli öne geçmeye çalışıyorlar. El Fetih ve Hamas’ın köklerinden gelen birtakım sorunlar var. El Fetih,  Filistin Kurtuluş Hareketi’nin ulusalcı sol kanadını temsil eden, 1965’lerden bu yana bu hareketin sözcülüğünü yapan, örgütlenmesini sağlayan hareket. Yaser Arafat’ın El Fetih partisi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü denetliyordu ve ona hakimdi. Ancak, FKÖ sanıldığı gibi tüm Arap ülkeleri tarafından desteklenmedi. Örneğin Ürdün, her zaman mesafeliydi; hatta gerillalara karşı katliamlar yaptı. Suudi Arabistan da FKÖ’nü hiçbir zaman gerçek anlamda benimsememiştir. Suriye de FKÖ ile sorunlar yaşamıştır.

Havadis: Niye bu ülkeler FKÖ’nü benimsemedi ve sorunlar yaşadılar?
Cevap: FKÖ ve Filistin hareketi, gittiği yerde iç politikada çok radikal değişiklikler yapıyor. Yani sistemi istikrarsızlaştırıyor. Yüzbinlerce Filistinli ve Filistinli gerillalar, iç çatışmalarda taraf tutabiliyorlar. Bütün iç dengeleri değiştiriyorlar. Bu, Ürdün’de oldu; hatta Ürdün’de Filistin gerillaları devleti neredeyse devirmek üzereydiler. Kral tarafından Ürdün’den kovuldular; kovulanlar Lübnan’a gitti. Lübnan’da iç savaş vardı ve Filistinli gerillalar iç savaştaki güç dengelerini değiştirdi. Müslümanların tarafına geçip, Hıristiyanları zayıflattılar. Arkasından da Suriye müdahale etmek zorunda kaldı. FKÖ El Fetih, kendi içinde değerlendirilecek bir örgüt değil. Herkesin sahip çıkmak istediği ama kimsenin içine almak istemediği gerilla, mülteci, yoksulluk sorunuyla dolu bir sorundur. Diğer taraftan bakacak olursak Hamas hiç de yeni bir hareketin parçası değil. İngilizler 1928-29 yılında Müslüman Kardeşleri kurdu. İlk Mısır’da kuruldu. Yoksulluğu, dini kullandı ve devletin otoriter olmasından kaynaklanan demokratik talepleri kendine toplamaya başladı.1940’larda da Seyit Kutup tarafından bugün bilinen bütün radikal politik İslamcı hareketlerin temelini oluşturan bir çizgiye oturdu. Hamas, Müslüman Kardeşler’in 1960-70’lerde Filistin’de örgütlenmiş halidir. ABD, Soğuk Savaş Dönemi’nde bu radikal hareketleri destekledi ve büyüttü.

Havadis: El Fetih’ten memnun olmayan Suriye, Ürdün ve  Suudi Arabistan, Filistin’de Hamas’ın örgütlenmesine bir şekilde göz yummuş olabilirler mi?
Cevap: Kesinlikle. Suriye için diyemeyiz ama Suudi Arabistan, Hamas’ı hep destekledi, ABD destekledi, çok daha ilginci İsrail, Hamas’ı destekledi, kolladı. Özellikle 1980- 90 arasında FKÖ’nün bölünmesi için Gazze şeridinde, hatta Batı Şeria’da bile Hamas’a göz yumdular. Bugün İsrail’in şikayetçi olduğu, yıllardır uğruna defalarca Gazze’ye girip çıktığı Hamas, İsrail’in ürünüdür. Hamas, Suudi Arabistan fonlarıyla da desteklenmiş bir hareket. Bu hareket Sunni bir hareket olmasına rağmen, İran tarafından da destekleniyor. Zaman zaman El Fetih’e ve İsrail’e karşı İran’ın dostu olan Suriye tarafından da desteleniyor. Dolaysıyla Ortadoğu’da kim kimin dostu bunu anlamak çok zor. İsrailliler, Hamas’ı ilk başta Yaser Arafat ve El Fetih’e karşı güçlendirdiler ya da kolladılar. Fakat bu İslamcı terör hareketlerinin tipik bir özelliği çok fırsatçıdırlar ve güçlenmek için düşman-dost ayrımı yapmazlar; çok pragmatiktirler ve İsrail tarafından desteklenip, arkasından İsrail’e füze fırlatmaya başladılar. İsrail de defalarca Filistin Yönetimi topraklarına girip çıktı. Neden şimdi bir araya geldiklerine dair bazı senaryolar var. Biri, Hamas’ın destekçisi olan özellikle İran ve Suriye’nin durumu şu anda tehlikededir. Dolaysıyla Hamas da kendine bir çeki düzen vermek zorunda hissediyor. Yani gerekli uyarıları aldıktan sonra, sözde İsrail düşmanlığını bırakıp, Filistin’in esas hakimi El Fetih’le tekrar anlaşmak istiyor. Bence, bu anlaşmanın sonunda tüm Afrika ülkelerinde olan bir şey olacağını ümit ediyor. O da Müslüman Kardeşler bugün her yerde ya ana muhalefete geçtiler ya iktidara ortak oldular. Anladığım kadarıyla El Fetih’e karşı da Hamas, böyle bir fırsatı değerlendirmek istiyor. Hamas, son 5-6 yıldır sadece Gazze şeridine sıkışıp kalmış durumda. İsrail’le de sürekli bir terör var. Hamas zaten amacına ulaştı; Filistin hareketini ulusal sol çizgiden uzaklaştırdı. Bunu yaparken ilk başta şeriat devleti kuracağını, İsrail’i ortadan kaldıracağını ilan ediyordu. Bunu da El Fetih’in devlet olmasından kaynaklanan bir yığın sorunu kullanarak (yoksulluk, devletin çürümüşlüğü, El Fetih ve Yaser Arafat’ın İsrail’le uzlaştığı) İsrail karşıtlığı ve İslamcı perspektifiyle güç kazandı.

Havadis: FKÖ’nün hareketi uzun bir dönemden geçti; fakat meyvesini veremedi. Bu yüzden de halk desteğini yitirdi. Yani bir yerde El Fetih, Hamas’la anlaşma yapmaya mecbur mu kaldı?
 Cevap:  El Fetih, Filistin hareketini her ne kadar belli bir noktaya kadar getirdiyse de ileriye gidemedi. Mesela devlet kuramadı, işgal edilen toprakları tekrar alamadı ve ekonomik olarak da çok başarısız. İşsizlik, yoksulluk sürekli artıyor. Yüzbinlerce Filistinli başka ülkelerde yaşıyor. Hamas da El Feth’in o eski misyonunu, dinci çerçevede formüle edip kitlelerin desteğini aldı. Suudi Arabistan, İran ve muhtemelen İsrail’in finansal desteği ile kitlelerin gönlünü kazandı. Hastaneler, okullar, yoksullara yardımlar, dini vakıflar, hizmetler, Filistin sorununu gerçekten çözeceklerine dair insanlara verdikleri umut ve gençlerin düşkün olduğu militanlığı kullanarak buralara kadar geldi.

Havadis: Genelde Hamas, bir terör örgütü olarak görülüyor. Ancak, TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Hamas’ı hiçbir zaman bir terör örgütü olarak görmediğini söylüyor. Hamas bir terör örgütü mü, değil mi?
Cevap:  Siyasal amaçlarla silah kullanıyorsanız, sözlük anlamında teröre giriyor ve her ülkenin de kendi teröristleri var. ABD, AB Hamas’ı terörist kabul ediyor. Türkiye, Rusya, Çin terör örgütü olarak kabul etmiyor. Ancak şu da var, Hamas’ı ABD’ye karşı bir denge unsuru olarak da görüyorlar. 3-4 büyük güç kim öne geçtiyse o, diğerini destekleyerek dengeyi sağlamaya çalışıyor. Bu açık ve nettir. AKP hükümeti 50-60 yıllık politikasında olan El Fetih çizgisini desteklemeyi bıraktı. Onun yerine Hamas’ı destekliyor. Birincisi Hamas, Müslüman Kardeşler örgütünden geliyor ve ideolojik bir yakınlık olduğu belli.

Havadis: O nedenle mi Türkiye arabuluculuk yapmaya çalıştı? Ancak başarmadı; Mısır arabuluculuk rolünü üstlendi…
Cevap: Başaramadı; çünkü Hamas’ın tarafını tutuğunu biliyorlar. Bir arabulucu objektif değilse, taraflardan birini tutuyorsa taraflar bunu kabul etmezler.

Havadis: Peki Mısır daha mı objektif? Hamas’ın Müslüman Kardeşler’den türediğini biliyoruz.  Mısır’ı niye arabulucu kabul ettiler?
Cevap:  Mısır, İsrail’le birlikte hareket eden bir ülke. 1976-77 Camp David anlaşmasından bu yana Mısır, FKÖ hareketini desteklemekten vazgeçti ve sınırından dolayı bir terör sorunu yaşıyor. Bu sorunun bitmesini istiyor; sınır güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Mısır, İsrail ve ABD  adına da bu sorunu çözmek istedi. Aynı zamanda Mısır’da Müslüman Kardeşler son olarak  parlamentoya girmişlerdi. Müslüman Kardeşlerin artık çok güçlü olduğu bir Mısır’da Müslüman Kardeşler’in uzantısı olan Hamas’ı ikna ederek, El Fetih’le masaya oturtmak da çok normal bir şeydir. Türkiye bir anlaşma olmak üzereyken, iki tarafı anlaşma imza törenine çağırmak yerine, tekrar müzakere yapmalarını istedi. Hamas’a da eğilim gösterdiği için Türkiye’deki hükümet objektifliğini yitirerek, devre dışı kaldı. Mısır, Türkiye ve İran’a karşı bir nevi tekrar güçlendiriliyor. Ayrıca Müslüman Kardeşler, hatta Hamas, Türkiye’nin bugün geldiği siyasal ideolojik modele çok ilgi duyuyor. Mısır’da ve  Filistin’de, Türkiye’de dokuz yıl önce olduğu şekilde ABD, İsrail yanlısı ılımlı bir İslami hükümet biçimi devreye sokulmuş oldu.

Havadis: Mısır bu durumda, İsrail ile Filistin arasında bir köprü vazifesi görebilir mi?
Cevap: Görebilir. Daha önce de defalarca bunu yaptı. Mısır, Arap milliyetçilik hareketini 1970’lerde terk etti. Mısır, artık Araplarla birlikte hareket eden bir ülke değil. Fakat tüm bu içindeki Müslüman hareketlere rağmen, Hamas bile İsrail’le yıllardır görüşüyor. Artık İsrail’i kabul edecek noktasına da geldiler. Yani Hamas, bir nevi El Fetih’e dönüştü. Tek fark şu, Hamasçılar önceden İsrail devletinin kurulduğu günkü sınırlara ve konuma tekrar dönülmesini, şeriat devletinin kurulmasını istiyordu. Şimdi bunlardan vazgeçtiler. “1967 savaşındaki duruma gelinsin yeter” dediler.  Filistin’deki bütünlük, İsrail’in işine gelmiyor fakat bir de şu var Ortadoğu’daki gelişmelerin sonuçları tam belli değil. Hamas ve İslamcı örgütler, pragmatik ve esnek örgütlerdir. Yani birden El Fetih’in etkisinde kalıp ulusal sol çizgiye de geçebilirler, Suriye’de ve İran’daki rejimler düşmeyebilir. Hamas tekrar güçlenebilir, daha bağımsız hareket edebilirler.

Havadis: El Fetih-Hamas anlaşmasının içeriğine baktığımızda, geçiş hükümeti oluşturulması ve bir yıl içinde Filistin topraklarında seçime gidilmesi öngörülüyor. Geçiş hükümetinde nasıl bir kompozisyon olacak?
Cevap: Ulusal birlik hükümeti, yani bir geçiş hükümeti kuracaklar. Bu hükümette, teknokratlar yönetimi olacak ve haliyle herkesin kendi teknokratı olacak.

Havadis: Seçimlerde durum ne olacak?
Cevap: En son 2006 seçiminde Hamas büyük bir güç kazanarak çıktı. El Fetih, muhalefete düştü. Ondan sonra terör olayları ve İsrail’in bazı milletvekilleri ve bakanları hapse atması nedeniyle fiilen hükümet ve parlamento durdu. Sonra hareket, Batı Şeria ve Gazze diye ikiye bölündü. Şimdi tekrar birleşecekler. Bir yıl sonra tekrar seçim yapacaklar. El Fetih biraz toparlanmış olabilir, ama bence bu son Ortadoğu olaylarından sonra Hamas, en az 2006’daki seçim sonuçlarını yakalar. Yani birinci parti olur. El Fetih, yıllardır  yönetmiş olmanın getirdiği dezavantajları yaşıyor. Kitleler, İsrail’e karşı radikal İslam’dan çok etkilenmiş durumdalar. Yoksullar,  Hamas’ın kaynaklarından bir nevi faydalanıp rahat nefes alıyorlar.

Havadis: Bu durumda, seçimlerle birlikte yeniden şekillenecek olan Filistin’de radikal İslam tehlikesi mi var?
Cevap: İlk başta öyle görünüyor. Fakat şunu unutmamak lazım, İslamcı hareketler de sisteme entegre olup, devlet, hükümet oluyorlar. Hükümet olunca da radikallikleri azalıyor.
İslam bir taraftan sisteme entegre olurken bir taraftan da daha da güçleniyor. Güçlendikçe radikal özelliklerini yitiriyor. Yani iktidara geldiğiniz zaman muhalefetteki halinizi sürdüremiyorsunuz. Dolaysıyla “İslamcılar iktidara geliyor” diye, İslam devleti kurulacak anlamına gelmiyor.

Havadis: İsrail bu durumda ne yapmayı düşünüyor? İsrail - Filistin yakınlaşması veya barışı sağlanabilir mi?
Cevap: İsrail’le Filistinlilerin barışması, Araplar tarafından sadece işgal edilen topraklar aynen  kabul edilirse olur. İsrail, Arapların istediklerinin belki çok azını verebilir. Suriye’nin  Golan tepelerini işgal etmişti, onu verebilir. Ancak bunun için  Suriye’nin, bambaşka bir Suriye olması gerekiyor. Mısır gibi kendine dost bir ülke olması lazım. İsrail, tüm sistemler değişmeden kendine yakın rejimler, ülkeler  ortaya çıkmadan uzlaşmaz.